Bizans İmparatorluğu
Bizans İmparatorluğu veya zaman zaman kullanılan adıyla Doğu Roma İmparatorluğu, geç antik çağ ve orta çağ boyunca Roma İmparatorluğu'nun devamı şeklinde var olan ve başkenti Konstantinopolis (günümüzde İstanbul, orijinal olarak Byzantion) olan ülke. 5. yüzyılda Batı Roma İmparatorluğu'nun dağılışı ve çöküşü sürecinden sağ kalan imparatorluk, 1453'te Osmanlı Türkleri'ne yenik düşene kadar, yaklaşık bin yıl var olmaya devam etti. Var olduğu sürenin çoğunda, Avrupa'da ekonomik, kültürel ve askerî bakımdan en güçlü ülkeydi. "Bizans İmparatorluğu" ve "Doğu Roma İmparatorluğu" terimleri ülkenin yıkılışından sonraki tarihçiler tarafından yaratılmış olup imparatorluk vatandaşları kendi ülkelerine Roma İmparatorluğu (Grekçe: Βασιλεία τῶν Ῥωμαίων, tr.Basileia tôn Rhōmaiōn; Latince: Imperium Romanum), veya Romania (Ῥωμανία); kendilerineyse "Romalılar" demekteydi.Şablon:Kdşm
4. yüzyıldan 6. yüzyıla kadar yaşanan bazı göze çarpan olaylar, Roma İmparatorluğu'nun Grek Doğu ve Latin Batı şeklinde ayrışma sürecini belirledi. I. Konstantin (taht: 324–337) imparatorluğu yeniden organize ederek Konstantinopolis'i başkent yaptı ve Hristiyanlık dinini yasallaştırdı. I. Theodosius (taht: 379–395) döneminde, Hristiyanlık ülkenin devlet dini olarak kabul edildi ve diğer dinler yasaklandı. Son olarak Herakleios zamanında (taht: 610–641), imparatorluğun askerî ve idari sistemi yeniden yapılandırıldı ve Latince yerine Yunanca resmî dil olarak benimsendi.Şablon:Kdşm Böylece, her ne kadar Roma devleti ve devlet gelenekleri sürdürüldüyse de, Konstantinopolis çevresinde, Latin'den ziyade Yunan kültürü ve Ortodoks Hristiyanlık geleneklerine göre şekillendiğinden ötürü, modern tarihçiler Bizans'ı Antik Roma'dan ayırır.Şablon:Kdşm
İmparatorluğun sınırları, ülkenin var olduğu süre içinde, bazı gerileme ve toparlanma döngüleriyle kendini belli eden kayda değer değişiklikler gösterdi. I. Justinianus (taht: 527–565) döneminde Kuzey Afrika, İtalya ve bizzat –daha sonraki iki asır elde tutulacak olan– Roma şehri de dahil olmak üzere Batı Akdeniz kıyıları yeniden ele geçirildi ve imparatorluk en geniş sınırlarına erişti. Mauricius(taht: 582–602) döneminde ülkenin doğu sınırları genişledi ve kuzey sağlamlaştırıldı. Ancak imparator bir suikaste kurban gidince Bizans-Sasani Savaşı (602-628) patlak verdi ve kaynaklar bakımından zayıflayan Bizans İmparatorluğu, 7. yüzyılda İslam'ın yayılışısürecinde çok büyük toprak kayıpları yaşadı. Birkaç yıl içerisinde en zengin illeri olan Mısır ve Suriye'yi Araplara kaybetti.
Makedon Hanedanı (10-11. yüzyıllar) süresince imparatorluk sınırları tekrar genişledi ve iki yüzyıl süren Makedon Rönesansıyaşandı. Bu dönem 1071 Malazgirt Savaşı sonrası Anadolu'da başlayan büyük toprak kayıplarıyla son buldu. Bu savaşta yaşanan kayıp sonucunda Türkler Anadolu'ya yerleşmeye başladı.
Komnenos restorasyonu sırasında imparatorluk yeniden toparlandı. Öyle ki, 12. yüzyılda Konstantinopolis Avrupa'nın en zengin şehriydi. Ancak 1204'te Dördüncü Haçlı Seferi sırasında başkent yağmalanınca ve ülke toprakları birbiriyle yarışan Bizanslı Yunan ve Latin krallıkları arasında bölüştürülünce imparatorluk büyük bir darbe aldı. Her ne kadar 1261'de Konstantinopolis geri alınıp toparlansa da, Bizans İmparatorluğu var olduğu son iki yüzyıl boyunca bölgede birbiriyle kapışan birkaç devletçikten biri olarak kaldı. Geriye kalan toprakları 15. yüzyıl boyunca Osmanlılar tarafından aşama aşama fethedildi. 1453'te Osmanlı İmparatorluğuKonstantinopolis'i fethedince Bizans İmparatorluğu sona erdi.
Terimlendirme
Roma İmparatorluğu'nun son dönemlerinden bahsetmek üzere "Bizans" sözcüğünün ilk kullanımı, 1557'de Alman tarihçi Hieronymus Wolf'un tarih kaynakları koleksiyonu Corpus Historiæ Byzantinæ'ye dayanır. Terim, kaynağını Konstantin'in başkenti Konstantinopolis olarak adlandırmasından önce şehrin ismi olan "Byzantion"dan alır. Şehrin bu eski adı, Konstantin'den sonra tarihi ve edebi kaynaklar dışında hemen hemen hiç kullanılmaz. 1648'de Byzantine du Louvre (Corpus Scriptorum Historiae Byzantinae) ve 1680'de Du Cange'ın Historia Byzantina eserleri yayımlanınca, "Bizans" terimi Montesquieu gibi Fransız yazarları arasında popülerlik elde etti. Ancak terim, batı dünyasında 19. yüzyıl ortalarına kadar genel bir kabullenim görmedi.
Bizans İmparatorluğu, kendi halkı tarafından "Roma İmparatorluğu", "Romalıların İmparatorluğu" (Latince: Imperium Romanum, Imperium Romanorum; Yunanca: Βασιλεία τῶν Ῥωμαίων Basileia tōn Rhōmaiōn, Ἀρχὴ τῶν Ῥωμαίων Archē tōn Rhōmaiōn), "Romania" (Latince: Romania; Yunanca: Ῥωμανία Rhōmania), "Roma Cumhuriyeti" (Latince: Res Publica Romana; Yunanca: Πολιτεία τῶν Ῥωμαίων Politeia tōn Rhōmaiōn), Graikia (Yunanca: Γραικία) ve ayrıca Rhōmais (Yunanca: Ῥωμαΐς) gibi adlarla ifade ediliyordu. Vatandaşlar kendilerini Romaioi ve Graikoi şeklinde adlandırıyorlardı. Öyle ki, 19. yüzyıl gibi geç bir döneme kadar Rumlar sıklıkla kendi ana dillerini Romaika ve Graikika şeklinde tanımlamaktaydı.
Her ne kadar Bizans İmparatorluğu, tarihi boyunca çoklu bir etnik karaktere sahip olsa da ve Romano-Hellenistik geleneklerini sürdürüp korusa da, döneminin batılı ve kuzeyli çağdaşları tarafından, sürekli artan Yunan bileşenleriyle tanımlandı. Bizans İmparatorluğu'nu Roma İmparatorluğu'nun prestijinden ayrı tutmak amacıyla batının yeni krallıkları arasında kullanılan "Grek (Yunan) İmparatorluğu" (Latince: Imperium Graecorum) ve "Grek -Yunan- İmparatoru" (Imperator Graecorum) gibi terimlere ara sıra rastlanılmaktadır.
Bizans imparatorunun meşru Roma imparatoru olmasına yönelik otoritesi, Papa III. Leo 800 yılında Şarlman'ı Imperator Augustus olarak taçlandırınca sarsıldı. Roma'daki düşmanlarına karşı Şarlman'ın desteğine ihtiyaç duyan Leo, o sırada Roma İmparatorluğu tahtında bir erkeğin oturmayışı bahanesini kullanarak burada bir boşluğun bulunduğunu ve dolayısıyla kendisinin herhangi bir imparatoru taçlandırabileceğini öne sürüyordu. Papalar ve batılı krallar Roman (Romalı) terimini Bizans imparatorları için kullandıkları zaman Imperator Romanorum (Türkçe: Romalıların imparatoru) yerine Imperator Romaniae (Türkçe: Romania'nın imparatoru) terimini kullanmayı tercih ettiler. Bunlardan birincisi Şarlman ve ondan sonra gelenler için kullanılmaktaydı.
İslam ve Slav dünyasında böyle bir ayrım hiç olmamıştır ve Bizans, Roma İmparatorluğu'nun devamı olarak görülmüştür. İslam dünyasında Roma İmparatorluğu birincil olarak Rûmşeklinde ifade edilmekteydi. 20. yüzyıla kadar millet-i Rûm veya "Roma devleti" terimleri Osmanlılar tarafından eski Bizans'a ait (Osmanlı toprakları içindeki Ortodoks Hristiyantopluluğu) kimseler için kullanılmıştır.
Tarih
Erken tarih
Roma ordusu, Güneybatı Avrupa ve Kuzey Afrika da dahil olmak üzere Akdeniz bölgesinin tamamını kaplayan birçok kıyı bölgesini ele geçirdi. Bu bölgeler hem kentsel hem de kırsal halklar barındıran farklı kültürel topluluklara aitti. Genel olarak, doğu illeri, batıdakilere göre daha kentleşmiş durumdaydı. Doğu illeri Makedonya İmparatorluğu altında daha önce birleştirilmiş ve Grek (Yunan) kültürü etrafında Helenleştirilmişti.
Batı, doğuya göre 3. yüzyılda yaşanan dengesizlikten çok daha ağır etkilendi. Yerleşik Helenleşmiş doğuyla daha genç Latinleşmiş batı arasındaki farklılık devam etti ve daha sonraki yüzyıllarda çok büyük bir önem arz etmeye başladı. Bu iki dünya arasındaki uzaklaşma da böylece gerçekleşmiş oldu.
Gücün merkezsizleşmesi
Kontrolü sağlamak ve yönetimi iyileştirmek adına, 285-324, 337-350, 364-392 ve 395-480 yıl aralıklarında Roma imparatorunun işleri farklı kişilere dağıtıldı. Her ne kadar idari bölümlenmeler çeşit çeşit olsa da, genel olarak batı ve doğu arasında bir iş bölümünü içeriyordu. Her bir bölümlenme, bir güç paylaşımı (hatta iş paylaşımı) biçimindeydi. Temel olarak imperium bölünmez olarak kabul edildiği için, parçalanmış bölümleri yöneten eş imparatorlar birbirlerini rakip hatta düşman olarak kabul etseler dahi, ülke en nihayetinde yasal bir bütündü.
293'te imparator Diocletianus yeni bir idari sistem oluşturdu (tetrarşi) ve böylece imparatorluğun tehlike altındaki bölgelerindeki güvenliği garantilemeye çalıştı. Kendini bir eş imparatorla (Augustus) ilişkilendirdi ve her eş imparator bunun ardından Caesar lakaplı genç birer meslektaş edinerek yönetimi paylaştı ve bu genç imparatorlar daha sonra daha kıdemli olan meslektaşlarının yerini aldı. Ancak, 313'te tetrarşi çöktü ve birkaç yıl sonra I. Konstantin imparatorluğun iki idari bölgesini birleştirerek tek bir Augustus olarak başa geçti.
Yeniden merkezleşme
330'da Büyük Konstantin, imparatorluğun merkezini Byzantion şehrinin bulunduğu yere ikinci bir Roma olarak kurduğu Konstantinopolis'e taşıdı. Şehir, Avrupa ve Asya ile Akdeniz ve Karadeniz arasındaki ticaret rotalarının üzerinde stratejik bir konumdaydı. Konstantin, imparatorluğun askerî, mali, sivil ve dinî kuruluşlarında önemli değişikliklere gitti. Özel olarak, sürdürdüğü ekonomik politikaları, bazı akademisyenler tarafından "tedbirsiz maliye" şeklinde tanımlanmaktadır, fakat bizzat kendisinin ön ayak olduğu altın solidus, istikrarlı bir para birimi olarak ekonomiyi dönüştürdü ve kalkınmayı teşvik etti.
Konstantin döneminde Hristiyanlık devletin resmî bir dini olmadıysa da imparatorluk tercihi olmanın ayrıcalığını yaşadı, çünkü imparator bu dini bonkörce destekliyordu. Konstantin, imparatorların dinî ilkeler üzerine sorgulama yapabilmesinin önüne geçen prensipler ortaya koydu ve imparatorlar artık bu iş için genel eklesiyastik konsillere başvurmak zorundaydı. Arles Konsili ve Birinci İznik Konsili'ni toplaması, Konstantin'in kilisenin birliğine olan ilgisini ve kendisinin bunun başında olma niyetini göstermektedir. Çoktanrıcılığın ülke çapında yeniden canlanması için kararlı adımlarıyla bilinen Julianus 361'de başa geçince, Hristiyanlık dininin yayılışı kesintiye uğradı ve imparator kilise tarafından "Dönme Julianus" olarak adlandırıldı. Bu süreç imparator 363'te bir savaşta öldürülünce bitti.
I. Theodosius (379-395), imparatorluğun doğusunu ve batısını beraber yöneten son imparatordu. 391 ve 392 yıllarında bir seri ferman vererek pagan dinin kökten yasakladı. Pagan festivalleri, kurbanları, pagan tapınaklarına ve ibadet mekanlarına girişler yasaklandı. Olimpiyat Oyunları'nın sonuncusunun 393 yılında yapıldığına inanılmaktadır. 395'te I. Theodosius, imparatorluk makamını oğulları Arcadius (doğu) ve Honorius (batı) arasında müştereken paylaştırarak idari yapılanmayı tekrar bölmüş oldu. 5. yüzyılda batının yaşadığı zorlukların pek çoğu doğuda kendini göstermedi. Bunun hatrı sayılır sebeplerinden biri doğuda daha gelişmiş kentsel bir kültürün oluşu ve daha zengin finansal kaynaklar sebebiyle düşmanların haraçlarla bastırılabilmesi ile paralı askerlerin tutulabilmesiydi. Bu başarı II. Theodosius'a Roma yasasının kanunlaştırılması ve Konstantinopolis Surları'na eklemeler yapılması gibi projelere odaklanmak için fırsat verdi ve şehir 1204'e kadar bütün saldırılara dayandı. Theodosius Surları'nın büyük kısmı günümüze ulaşmıştır.
Hunlar'ı savuşturmak için, Theodosius Attila'ya çok büyük miktarlarda yıllık haraç vermek zorunda kaldı. Kendinden sonra gelen Marcianus bu haracı vermeyi reddetse de, Attila zaten ilgisini çoktan Batı'ya yöneltmişti. 453'te Attila ölünce Hun İmparatorluğu çöktü ve geriye kalan Hunlar'ın pek çoğu Konstantinopolis tarafından paralı asker olarak göreve alındı.
Batı Roma İmparatorluğu'nun düşüşü
Attila'nın çöküşünden sonra, Doğu İmparatorluğu barışçıl bir dönemin tadını çıkardı. Ancak Batı İmparatorluğu'nda durum daha kötüye gidiyordu çünkü Cermen halklarının devamlı göçleri ve genişlemesi sürüyordu (bu ülkenin yıkılışı tam olarak Romalı Cermen general Odoacer'in Batı Roma imparatoru Romulus Augustulus'u görevden aldığı 476 yılına tekabül eder).
480 yılında Batı imparatoru Julius Nepos'un ölümüyle, Doğu imparatoru Zeno ülkenin tek otoritesi haline geldi. O sırada İtalya'nın hakimi olan Odoacer, sözde Zeno'nun astıydı ancak tam bir özerklikle hareket ediyordu ve sonunda da imparatora karşı beliren isyanlara destek sağladı.
Zeno, Moesia'ya yerleşmeye başlamış işgalci Ostrogotlar ile anlaşmaya vardı ve Odoacer'den kurtulmak adına, Gotik kralı Teoderik'i magister militum per Italiam ("İtalya başkomutanı") vasfıyla İtalya'ya yürümek üzere ikna etti. Teoderik İtalya'yı fethedince, Zeno Doğu İmparatorluğu'nu böylesi başa çıkılmaz bir asttan (Odoacer) kurtarmış ve bunu imparatorluğun kalbinden uzakta birini (Teoderik) göndererek yapmıştı. Odoacer'in 493'teki yenilgisinden sonra Teoderik İtalya'yı fiilen yönettiyse de doğu imparatoru tarafından hiçbir zaman "kral" (rex) unvanıyla tanınmadı.
491'de, Roma asıllı yaşlı kamu hizmet görevlisi olan I. Anastasius, imparator olduysa da yeni imparatorun askerî gücü İsauria direnişinekadar kendini göstermedi. Anastasius, çalışkan bir reformcu ve iş bilir bir yönetici olarak kendini gösterdi. I. Konstantin'in tedavüle soktuğu para sistemini mükemmelleştirdi ve günlük hayatta kullanılan bakır follisin ağırlığını net olarak ayarladı. Bunun yanında vergi sistemi için reformlar getirdi ve khrisargiron vergisini kaldırdı. 518'de Anastasius öldüğünde, Devlet Hazinesi'nde 150 ton gibi devasa miktarda altın bulunmaktaydı.
Jüstinyen Hanedanı
Jüstinyen Hanedanı, I. Justinus ile başlar. Okuma yazması olmadığı halde, askerî rütbe bakımından yükselerek 518'de imparator oldu. Kendisini, 527'de kendi hükümdarlığı sırasında da muhtemelen özel yetkilere sahip olan yeğeni I. Justinianus izler. Geç antik çağın en önemli isimlerinden ve büyük ihtimalle Latinceyi anadili olarak konuşan son Roma imparatoru olan Justinianus, nevi şahsına münhasır bir dönem dizayn etti. Bu dönemde hırslı fakat kısmen hayata geçirilmiş renovatio imperii veya "İmparatorluğun restorasyonu" ilkesi göze çarpar. İmparatorun karısı Theodora da yönetimde oldukça etkiliydi.
529'da Justinianus, Kapadokyalı İoannis tarafından yetki verilmiş on kişilik komisyon atayarak Roma yasalarını gözden geçirtti ve "Corpus Juris Civilis" adıyla bilinen yasaları ve hukukçu alıntılarını kanunlaştırdı. 534'te Corpus güncellendi ve Justinianus tarafından 534'ten sonra konulan yasalar ile beraber, geriye kalan Bizans döneminin hukuk sistemi büyük ölçüde çizilmiş oldu. Corpus, birçok modern devletin hukuk düzeninintemelini oluşturur.
532'de, Justinianus doğu sınırlarını güvenceye almak adına I. Hüsrev ile antlaşma imzaladı ve Sasaniler'e yıllık büyük haraçlar vermeye razı oldu. Aynı yıl Konstantinopolis'te büyük bir ayaklanmadan daha da güçlenerek sağ kurtuldu (Nika ayaklanması) fakat bu olay sonunda imparatorun emriyle 30 ila 35 bin insan öldürüldü. Justinianus, 533'te batı fetihlerini, generali Belisarius'u, 429'dan beri, başkenti Kartaca ile birlikte Vandallar'ın hakimiyeti altında olan Afrika eyaletini tekrar ele geçirmek üzere gönderdiğinde başlatmış oldu. Bu fetihler beklenmedik bir kolaylıkla kazanılsa da, 548'e kadar büyük yerel kabileler bastırılamadı. Ostrogot İtalya'sında Teoderik, onun yeğeni, varisi Athalarik ve kızı Amalasuntha ölünce, Amalasuntha'nın katili Theodahad (taht: 534–536) başa geçti fakat bu yeni otorite daha güçsüzdü.
535'te Sicilya'ya yapılan bir Bizans seferi kolayca başarıya ulaştıysa da, Gotlar direnişlerini güçlendirdiler ve Belisarius'un başarılı Napoli ve Roma kuşatmaları sonucunda Ravenna'yı ele geçirdiği 540'a kadar herhangi bir zafer elde edilmedi. 535–536'da Theodahad, Papa I. Agapetus'u Konstantinopolis'e göndererek Bizans güçlerinin Sicilya, Dalmaçya ve İtalya'dan çekilmesini rica etti. Her ne kadar Agapetus, Justinianus'la barış imzalama görevinde başarılı olamasa da, Theodora'nın tüm desteğine ve korumasına rağmen Monofizit I. Anthimos kınandı ve en azından bu konuda başarılı olmuş oldu.
Ostrogotlar kısa sürede Kral Totila komutası altında birleşerek Roma'yı 546'da ele geçirdi. 544'te İtalya'ya gönderilmiş olan Belisarius, sonunda 549'da Konstantinopolis'e geri çağrıldı. Ermeni hadımı Narses'in İtalya'ya 35.000 kişilik bir orduyla varışı (551 sonu), Gotik geleceğinde yeni bir yön çizdi. Totila, Taginae Muharebesi'nde yenildi; ondan sonra gelen Teya'da Mons Lactarius Savaşı'nda (Ekim 552) yenik düştü. Birkaç Gotik garnizonunda devam eden direnişe ve Franklar ve Alamanlar'ın ardışık işgallerine rağmen İtalyan yarımadası için yapılan savaş sona erdi. 551'de, Vizigot Hispania'sından bir asil olan Athanagild, Justinianus'tan krala karşı yaptıkları ayaklanma için yardım istedi ve imparator başarılı bir komutan olan Liberius'un altında bir birliği onlara gönderdi. Böylece Bizans, Herakleios dönemine kadar İber Yarımadası'nda bir sahil kesimini elinde tuttu.
Doğuda Roma-Pers savaşları 561'de Justinianus ile Hüsrev'in elçilerinin elli yıllık bir barış imzalamasına kadar sürdü. 550'lerin ortalarına doğru Justinianus, Balkanlar haricinde savaştığı pek çok cephede galibiyet kazanmıştı. Balkanlar'da Slavlar ve Gepidler sürekli akınlarına devam ediyordu. Sırplar ve Hırvatlar'ın dahil olduğu kabileler Herakleios döneminde Balkanlar'ın kuzeybatısına yerleştirildi. Justinianus, Belisarius'u emekliliğinden geri çağırdı ve yeni Hun tehlikesini bertaraf etti. Tuna Nehri donanmalarının güçlendirilmesi, Kutrigur Hunları'nın geri çekilmesine ve Tuna'nın gerisine güvenli geçişleri garantileyen bir antlaşma imzalanmasına yol açtı.
Her ne kadar çoktanrıcılık 4. yüzyıldaki Konstantin zamanından beri devlet tarafından bastırılmış olsa da, geleneksel Greko-Romen kültürü, 6. yüzyılda halen Doğu İmparatorluğu'nda etkiliydi. İoannis Filoponus gibi filozoflar, bu dönemde Hristiyan düşünce ve deneyciliğine ek olarak var olan neoplatonik fikirlere dikkat çeker. Ancak Helenistik felsefe yerini yavaş yavaş yeni Hristiyan felsefesine bıraktı. 529'da Platon Akademisi'nin kapatılması önemli bir kilometre taşıdır. Besteci Romanos tarafından yazılan ilahiler Kutsal Liturji'nin gelişimini işaret ederken, mimar Miletli İsidoros ve Trallesli Anthemius, Kutsal Bilgelik Kilisesi veya bilinen adıyla Ayasofya'yı, Nika ayaklanması sırasında yıkılan önceki bir kilisenin yerine inşa etti. 537'de tamamlanan Aya Sofya, Bizans mimarlık tarihindeki en göze çarpan eserlerden biri olarak varlığını sürdürmektedir. 6. ve 7. yüzyıllarda, imparatorlukta veba salgınları patlak verdi. Bu salgınlar, nüfusu tahrip ettiği gibi ekonomik kayıplara yol açarak ülkeyi güçsüzleştirdi.
565'te Justinianus öldüğünde, kendinden sonra gelen II. Justinus, Perslere yüksek miktarlarda haraç ödemeyi reddetti. Bu sırada Cermen Lombardlar İtalya'yı işgal etti; yüzyılın sonunda İtalya'nın sadece üçte biri Bizans elindeydi. Justin'den sonra gelen II. Tiberius, düşmanları arasında seçim yaptı ve Avarlar'a yardım ederek Persler'e savaş ilan etti. Tiberius'un generali Mauricius, doğu sınırlarında başarılı bir sefer yürütse de, Avarlar aldıkları yardımlara rağmen dizginlenmemişti. Avarlar Balkanlar'da ilerleyerek 582'de Sirmiumkalesini ele geçirdi ve Slavlar Tuna'nın karşısında seferlere başladı.
Bu sırada Tiberius'un yerini alan Mauricius, Pers iç savaşına müdahale etti, meşru II. Hüsrev'i tekrar tahta çıkartarak kızını onunla evlendirdi. Mauricius'un damadıyla anlaşması neticesinde, Bizans'ın sınırları doğuya doğru genişledi ve enerjik imparator dikkatini Balkanlar'a odaklama şansı buldu. 602 itibarıyla, başarılı Bizans seferleri Avarları ve Slavları Tuna'nın gerisine itti. Ancak Mauricius'un Avarlar tarafından alınan birkaç bin esiri için fidyeyi reddetmesi ve birliklerini kış ortasında Tuna'ya sürmüş olması onun şanını kısa sürede aşağıya çekti. Phocas adında bir subay, birlikleri Konstantinopolis'e geri getirerek bir isyan çıkardı. Mauricius ve ailesi kaçmaya çalışırken öldürüldü.
Daralan sınırlar
Herakleios Hanedanı
Phocas'ın Mauricius'u öldürmesinin ardından Hüsrev, bunu Mezopotamya eyaletini işgal etmek için bir bahane olarak kullandı. Birçok Bizans kaynağında hiç değişmeden "zorba" olarak anılan ve halk tarafından tutulmayan Phokas, Senato önderliğinde kendisine birçok komplonun kurulduğu bir isimdi. Herakleios, 610 yılında Kartaca'dan ucuna ikon iliştirilmiş bir gemiyle Konstantinopolis'e gelerek Phocas'ı yerinden etti.
Herakleios'un başa geçmesiyle Sasani ilerleyişi Levant'ın derinliklerine doğru iyice yayıldı ve Sasaniler Şam ve Kudüs'ü ele geçirerek Gerçek Haç'ı alıp Tizpon'a götürdü. Buna misillemeyle yanıt veren Herakleios için bu mücadele bir kutsal savaş karakterindeydi ve askerî sembol olarak İsa'nın acheiropoietos görüntüsünü kullanıldı (benzer bir şekilde, Konstantinopolis 626 yılında Avar - Sasani - Slav güçleri tarafından kuşatıldıktan sonra elde edilen zafer, Patrik Sergios'un şehir surlarında yürüyüş eşliğinde taşıdığı Meryem Ana'nın ikonuna atfedilmişti). Yine bu kuşatma sırasında Bizans-Sasani Savaşı zirve noktasına erişmişti ve ittifak ordusu 626'nın Haziran ve Temmuz ayları arasında Konstantinopolis'i kuşatmış oldu. Bunun hemen ardından Sasani kuvvetleri Anadolu'ya çekilmek zorunda kaldı. Bunun ardından Herakleios'un kardeşi Theodorus'un Sasani generali Şahin'i yenilgiye uğrattığı haberi gelince Pers yenilgisi kesinleşti. Bunun üzerine Herakleios, Sasani Mezopotamya'sına tekrar işgal kuvvetleri yolladı.
Ana Sasani kuvvetleri Ninova'da 627'de yenilgiye uğratıldı ve 629'da Herakleios, Gerçek Haç'ı o sırada savaş nedeniyle anarşinin ve iç savaşın hüküm sürdüğü Sasani başkenti Tizpon'dan alarak büyük bir şölenle Kudüs'e götürdü. Nihayetinde Persler bütün kuvvetlerini geri çekip eskiden Roma'nın elinde olan Mısır, Levant, Mezopotamya ve Ermenistan topraklarını Bizans'a önceden 595 yılı dolaylarında yapılmış bir antlaşmaya tekrar uyarak geri verdi. Bu savaş Bizans ve Sasani imparatorluklarını oldukça zayıflattı ve onları hemen sonraki yıllarda ortaya çıkan Müslüman kuvvetlerine karşı son derece hassas hale getirdi. Bizanslılar 636'daki Yermük Muharebesi'nde Araplara karşı çok ağır bir yenilgiye uğradı, Tizpon ise 637'de düştü.
Konstantinopolis Kuşatması (674–678
O sıralarda Suriye ve Levant'ı sıkıca kontrol altında tutan Araplar, Anadolu içlerine sık sık işgalci kuvvetler yolluyordu ve 674–678 arasında doğrudan Konstantinopolis kuşatıldı. Arap donanması Rum ateşi tekniğinin de yardımıyla püskürtüldü ve Emevîlerile otuz yıllık ateşkes imzalandı. Buna karşın Anadolu işgalleri son hız devam ediyordu ve buradaki halk, eski şehir surları içinde daha küçük alanlara duvarlar ördüğünden veya yakındaki kalelere taşındığından klasik kent kültürü iyice bozuldu. Konstantinopolis'in nüfusu bu süreçte 500.000'den 40.000–70.000 aralığına kadar geriledi ve diğer şehirler gibi kısmen kırsallaştı. Şehir, Bizans 618'de Mısır'ı önce Perslere, sonra Araplara kaptırınca ücretsiz tahıl taşımacılığı hakkını kaybetti ve halka buğday dağıtımı durma noktasına geldi.
Eski yarı-özerk belediye kuruluşlarının yok olmasıyla ortaya çıkan boşluk, Anadolu'yu eyaletlere ayıran ve kent yönetiminin imparatorluk idaresine doğrudan sorumlu olduğu belirli ordulara bırakıldığı thema sistemiyle dolduruldu. Bu sistemin kökenleri Herakleios'un geçici kurallarından kaynaklanabiliyor olabilir fakat 7. yüzyıl boyunca imparatorluk yönetiminin yepyeni bir sistemi haline dönüştü. İmparatorluğun 7. yüzyılda yaşadığı toprak kayıplarını izleyen bu devasa kültürel ve kurumsal yeniden yapılanma, Akdeniz'in doğusundaki Romalılık kavramının kırılmasına ve bundan sonrasında Bizans'ın Roma'nın doğrudan devamı olmaktan ziyade herhangi bir başka ardıl ülke olarak okunarak daha iyi anlaşılır hale gelmesine yol açtığı söylenegelmiştir.
Balkanlar'dan çok sayıda birliğin önce Persler, sonra Araplar ile savaşmak üzere ayrılması, Slav halklarının yarımadanın güneyine doğru yayılmasına zemin hazırladı. Bunun bir sonucu olarak, Balkanlar'da da Anadolu'da olduğu gibi birçok şehir küçük surlu yerleşimlere büzüştü. 670'lerde Bulgarlar, Hazarlar'ın gelişiyle Tuna'nın güneyine geçmeye başladı. 680'de bu yeni yerleşimleri dağıtmak üzere gönderilen Bizans kuvvetleri yenilgiye uğradı.
681'de IV. Konstantinos, Bulgar hanı Asparuh ile bir antlaşma imzaladı ve yeni Bulgar devleti, daha önce ismen de olsa Bizans yönetimini tanıyan birkaç Slav kabilesi üzerinde bağımsızlık elde etti. 687–688'de Herakleios Hanedanı'nın son imparatoru II. Justinianos, Slavlara ve Bulgarlara karşı bir sefer düzenleyerek kayda değer kazanımlar elde etti. Ancak imparatorun Trakya'dan Makedonya'ya kadar savaşmak zorunda kaldığı gerçeği, Bizans'ın Balkanlar'ın kuzeyinde ne denli hakimiyet kaybına uğradığının ipuçlarını vermektedir.
II. Justinianos, şiddetli vergilendirme ve "yabancılar"ı idari konumlara yerleştirme yollarını kullanarak kent aristokrasisinin gücünü kırmaya çalıştı. Sonrasında, 695 yılında yetkileri elinden alındı ve önce Hazarlar'a, sonra Bulgarlar'a sığındı. 705'te Bulgar hanı Tervel'in ordularıyla Konstantinopolis'e geri döndü, tahtını tekrar aldı ve düşmanlarına karşı bir korku krallığı inşa etti. Son kez yine kent aristokrasisi desteğiyle tahttan indirildiği 711 yılı, Herakleios Hanedanı'nın sonunu getirdi.
İsauria Hanedanı'ndan I. Basileios dönemine kadar
III. Leon 718'de Arap istilasını geri püskürttü ve kendini Anadolu'daki themaları yeniden organize edip sağlamlaştırmaya adadı. Kendinden sonra gelen V. Konstantinos, Suriye'nin kuzeyinde kayda değer zaferler kazandı ve Bulgar gücünü kırdı.
Slav Thomas'ın 820'ler başında çıkardığı isyan sonrası Bizans'ın güçsüzlüğünden yararlanan Araplar toparlanıp Girit'i fethetti. Bunun yanında Sicilya'ya başarılı bir sefer düzenledilerse de, 863'te general Petronas, Melitene (Malatya) emiri Umar al-Aqta'yı ağır bir yenilgiye uğrattı. Krum Han önderliğindeki Bulgar tehlikesi de bu sıralarda tekrar ortaya çıktı, fakat 815–816 yıllarında Krum'un oğlu Omurtag, Bizans imparatoru V. Leon ile bir antlaşma imzaladı.
İkonoklazm üzerine dinî tartışmalar
8. ve 9. yüzyıllar boyunca imparatorluğun bir asırdan fazla ana gündemi olan ikonoklazm tartışmaları görüldü. İkonlar (burada her türlü dinî görsel ifade edilmektedir), 730 yılı civarında Leon ve Konstantinos tarafından yasaklandı ve bu durum ülke çapında ikonofillerin (ikonları savunanlar) ayaklanmasına neden oldu. İmparatoriçe İrini'nin çalışmaları sonucunda 787'de İkinci İznik Konsili toplandı ve ikonlara tapılmaması, sadece saygı gösterilmesi kararlaştırıldı. İrini'nin Şarlman'la evlenme planları bilinir, ancak Günah Çıkartıcı Theofanis'e göre bu planlar İrini'nin favorilerinden olan Aetios yüzünden suya düşmüştür.
9. yüzyıl başlarında V. Leon, ikonoklazm yasalarını tekrar yürürlüğe soktuysa da, 843'te imparatoriçe Theodora, Patrik Methodios'un yardımıyla ikonlara saygıyı tekrar yürürlüğe soktu. İkonoklazm, Doğu ve Batı arasındaki yabancılaşmanın artmasında önemli bir rol oynadı. Bu ayrışmalar, Papa I. Nikolas'ın Fotios'un patrik olmasına tepki göstermesiyle ortaya çıkan Fotyan bölünmesi ile daha da kötüleşti.
İki ikonoklazm arası dönem
Savunma önlemlerine de ağırlık veren I. Nikeforos 7. yüzyıldan beri süregelen toprağa bağlı stratiotes temelli savunma sisteminde ufak değişiklikler yapmıştır. Etkin bir ordu oluşturmak için sayıları yeterli olmayan ve kendi teçhizatlarının giderlerini karşılayabilecek maddi güce sahip olan stratioteslerin yanı sıra daha az gelirli köylüler de sistem içerisinde dahil edilmiş, teçhizat bedellerini toparlayabilmeleri adına da bağlı oldukları toprağı birkaç kişiyle paylaşma serbestiyeti tanınmıştır. Böylece ordu mevcudu çoğaltılmıştır. Aynı girişim o döneme dek böyle bir sisteme bağlı olmayan denizciler için de yapılmış, devlet arazileri yine devletin belirlediği fiyattan zorunlu olarak askerlere satılmıştır. Önceki yüzyıllarda görülen iskân siyasetine benzer olarak Küçük Asya'daki halkını Sklavinia'ya yerleştiren I. Nikeforos, bu kişileri de bu coğrafyada stratiotes nizamı kapsamına almıştır.
Şarlman, I. Nikeforos'u edinmiş olduğu imparator unvanını tanıması için sıkıştırmış ve Dalmaçya kıyılarına baskın yapmıştır. I. Nikeforos ise buna cevap olarak Balkanlardaki Bizans egemenliğini güçlendirmek adına Peloponnessos'u ele geçirerek bölgede yeni themalar teşkil etmiş ve thema sistemini ilk kez Küçük Asya dışına taşıyan kişi olmuştur. Ayrıca Küçük Asya'dan bölgeye gerçekleştirdiği iskânlar ile bölgeye devlete güçlü bağlılık duyguları olan halkları yerleştirmiştir.
I. Nikeforos, gerçekleştirdiği askerî ve mali tedbirler ile İrini döneminde bu alanlarda görülen gerilemeyi telafi edebilmişti. Bu ilerlemelere rağmen Hârûnürreşîd'in Ankira'ya kadar ilerlemesine mani olunamamış, haraç ödemek ve hem kendi hem de oğlu adına kafa vergisi ödemek suretiyle Araplara karşı küçük düşürücü bir hezimet yaşanmıştır. 809 yılında Hârûnürreşîd'in ölümü ve Araplar arasında iç karışıklık çıkmasıyla doğu toprakları bir süre için sorun olmaktan çıkmış olsa da Avarların Şarlman tarafından ortadan kaldırılmasından sonra bu rakiplerinden kurtulan Bulgarlar sorun haline gelmeye başlamıştır. Krum'un 809 yılında Bizans toprağı olan Serdika'ya girmesine karşılık 811 yılında büyük bir orduyla barış teklifini de reddederek Bulgarların başkenti Pliska'ya yürüyen I. Nikeforos, şehri yakıp yıkmıştır. İmparator, yeni bir barış teklifini daha reddederek dağ içlerine çekilen Bulgar ordusunu takip etmeye karar vermiş ancak 26 Temmuz 811 tarihinde arazi şartlarını iyi bilen Krum ve ordusu tarafından kuşatılarak öldürülmüş, ordusu da tamamen imha edilmiştir. Krum, büyük başarısını imparatorun kafatasını şarap kadehi yaparak kutlamıştır. Bizans'ın itibar kaybı askerî bozgunun önüne geçmiş, 378 yılında Valens'in Vizigotlarca Hadrianapolis Muharebesi'nde savaş meydanında öldürülmesinden beri ilk kez bir Roma imparatoru aynı sonu yaşamıştı.
Makedon Hanedanı ve canlanma (867–1025)
I. Basileios'un 867'de tahta geçmesi, iki buçuk asır boyunca devam eden Makedon Hanedanı'nın başlangıcı kabul edilir. Bu hanedanda Bizans'ın en becerikli hükümdarlarından birkaçı yer alır ve dönem boyunca yeniden canlanma havası hakimdir. İmparatorluk dış düşmanlara karşı savunma halinden, tekrar kaybedilen toprakları yeniden fetheden bir ülke konumuna dönmüştür.
Askerî ve idari otoritenin toparlanmasına ek olarak, Makedon Hanedanı dönemi felsefe ve sanat gibi alanlarda kültürel bir uyanışa da sahne olmuştur. Slavların Balkan istilasından ve Arap istilalarından önceki Bizans'ta var olduğu kabullenilen aydınlığı tekrar canlandırmak üzere bilinçli çabalar görülmektedir ve bu çağ sıklıkla Bizans'ın "Altın Çağı" olarak gösterilir. Her ne kadar toprak bakımından imparatorluk I. Justinianus dönemindekinden kayda değer oranda küçük olsa da, önemli bir güç kazanımı görüldüğü gibi, daha az dağınık coğrafyanın getirisi olarak ülke siyasî, ekonomik ve kültürel olarak daha entegreydi.
Araplar ile savaşlar
I. Basileios'un tahttaki ilk yıllarında Arap istilacıların Dalmaçya kıyılarına yaptığı seferler başarılı bir şekilde bastırıldı ve bölge bir kez daha güvenli Bizans toprakları arasındaki yerini aldı. Bu durum, Bizans misyonerlerinin içlere yayılarak Sırpları, günümüzde Hersek ve Karadağ çevresinde yaşayan halkları Ortodoks Hristiyanlığı'na çevirme fırsatını doğurdu. Malta'yı geri almak için çıkılan sefer, Malta halkı Arapların yanında yer alınca ve Bizans garnizonlarını katledince büyük bir yenilgiyle sonuçlandı.
Buna karşın, Güney İtalya'daki Bizans egemenliği gittikçe sağlamlaştırıldı ve 873 yılı itibarıyla Bari, imparatorluğun bir parçası oldu. Güney İtalya'nın büyük kısmı sonraki 200 yıl boyunca da ülkenin bir parçası olarak kaldı. Daha önemli olan doğu cephelerinde, Bizans savunmasını yeniden inşa ederek hücuma geçti. Paulusçular yenildi ve başkentleri Tephrike (Divriği) alındı. Buna ek olarak Samosata'nın yeniden alınmasının ardından Abbâsîler'e karşı hücumlar başladı.
Basileios'un oğlu ve ardılı VI. Leon döneminde, o dönem güçsüzleşmiş olan Abbâsîler'e karşı seferler ve toprak kazanımları devam etti. Ancak 902'de Sicilya Araplara kaybedilirken 904'te imparatorluğun ikinci büyük şehri Selanik bir Arap donanması tarafından yağmalandı. Bizans donanması, çok çabuk olarak düzenlendi ve 7. yüzyılda Araplara kaybedilmiş olan Kıbrıs ve Suriye'deki Laodicea birkaç yıl içerisinde geri alındı. Bu intikama karşın, Bizanslılar Müslümanlara karşı halen kesin bir darbe vurabilmiş değillerdi ve hatta 911'de Girit'i geri almak için yapılan sefer büyük bir yenilgiyle sonuçlandı.
Bulgar çarı I. Simeon'un 927'de ölmesiyle Bulgarlar oldukça güçsüzleşti ve bu da Bizanslıların doğuya odaklanması için fırsat yarattı. 934 yılında Melitene (Malatya) kalıcı olarak ele geçirildi ve 943 yılında ünlü general İoannis Kurkuas, ataklarını Mezopotamya'ya çevirerek en önemlisi Edessa'nın (Şanlıurfa) fethi olan birçok önemli başarıya imza attı. Kurkuas özellikle, İsa'nın bir portresinin damgalandığı iddia edilen ve bu yüzden saygı duyulan Mandilo'yu Edessa'dan alarak Konstantinopolis'e getirmesiyle nam saldı.
Asker imparatorlar II. Nikeforos (taht: 963–969) ve I. İoannis Çimiskes (969–976) ülkenin sınırlarını doğrudan Suriye'nin içine doğru genişleterek kuzeybatı Irak'taki emirleri yenilgiye uğrattı. 962'de büyük bir şehir olan Halep yine Nikeforos tarafından ele geçirildi ve 963'te Araplar, Girit'ten kesin bir zaferle atıldı. Girit'in yeniden alınması, Ege'deki Arap istilalarına bir son verdiği gibi Yunan anakarası tekrar gelişmeye başladı. Kıbrıs965'te kalıcı olarak geri alındı ve 969'da Antioch (Antakya) ele geçirilip bir Bizans eyaleti olarak ülkeye katıldığında Nikeforos'un başarıları zirveyi görüyordu. Ardılı İoannis Çimiskes, Şam, Beyrut, Akka, Sayda, Kayserya ve Tiberya şehirlerini fethetti ve Bizans ordusunu Kudüs'e şaşırtıcı derecede yakınlığa yerleştirdi. Ancak İslam'ın güç merkezleri Irak ve Mısır'a dokunulmadı. Kuzeyde yapılan uzun seferlerin ardından son Arap tehlikesi olan zengin Sicilya eyaletine 1025'te II. Basileios tarafından sefer düzenlendi ancak Basileios sefer tamamlanmadan öldü. Yine de, bu dönemde imparatorluğun sınırları Messina Boğazı'ndan Fırat Nehri'ne, Tuna'dan Suriye'ye kadar uzanmaktaydı.
Bulgar İmparatorluğu ile savaşlar
Roma Makamı ile yaşanan geleneksel mücadeleler Makedonya Hanedanı döneminde de devam etti ve yeni yeni Hristiyanlaşan Bulgaristanüzerindeki üstünlük tartışmasıyla iyice mahmuzlandı. İki devlet arasındaki seksen yıllık barışın ardından, güçlü Bulgar çarı I. Simeon 894 yılında saldırıya geçti ancak Macarlar'ın desteğini alarak donanmasını Karadeniz'de Bulgaristan üzerine süren Bizanslar'a karşı yenildiler. Bizans yine de 896'da Bulgarofigon Savaşı'nda Bulgarlara yenildi ve onlara yıllık haraç ödemek zorunda bırakıldı.
VI. Leon 912'de öldü ve düşmanlıklar kısa süre sonra tekrar su yüzüne çıktı; Simeon büyük bir ordu toplayarak Konstantinopolis'e yürüdü. Her ne kadar şehir duvarları zaptedilemez olsa da Bizans yönetimi düzensizlik içindeydi. Bu yüzden Simeon şehre davet edilerek Bulgar basileus'u (imparator) tacıyla ödüllendirildi genç VII. Konstantinos'un Bulgar kralının kızlarından biriyle evlenmesi sağlandı. Konstantinopolis'te patlak veren bir ayaklanma bu hanedan planını suya düşürünce Simeon tekrar Trakya'yı istila ederek Adrianopolis'i (Edirne) işgal etti. Bizans böylece hem başkentinden birkaç gün uzakta güçlü bir Hristiyan devletle karşı karşıyaydı hem de iki cephede savaşmak durumunda bırakılmıştı.
Leo Fokas ve I. Romanos önderliğinde başlatılan bir sefer 917'de Akhelou Savaşı'nda ezici bir yenilgiyle sonuçlandı ve sonraki yıl Bulgarlar Yunanistan'ın kuzeyini yağmalamakta özgürdü. Adrianopolis 923'te tekrar yağmalandı ve Bulgar ordusu 924'te Konstantinopolis'e yürüdü. Ancak Simeon 927'de aniden öldü ve Bulgar gücü hemen kırıldı. Bulgarlar ve Bizanslılar uzun süren barışçıl bir döneme girdiler ve Bizans artık doğudaki Müslüman istilacılara karşı savaşmakta daha özgürdü. 968'da Bulgar toprakları Kiev Rusları tarafından I. Svyatoslav önderliğinde yağmalansa da, üç yıl sonra I. İoannis Çimiskes, Kiev Knezliği'ni yenerek Bulgaristan'ın doğusunu Bizans'a kattı.
Bulgar Komitopuli Hanedanı sırasında ayaklanmalar tekrar canlansa da, yeni imparator II. Basileios (taht: 976–1025) boyun eğen Bulgarları temel politikası haline getirmişti. Yine de Basileios'un Bulgaristan üzerine ilk seferi Trajan Kapıları'nda onur kırıcı bir yenilgiyle sonuçlandı. Sonraki senelerde imparator Anadolu'daki iç ayaklanmalarla meşguldü ve Bulgarlar ülkelerini Balkanlar içinde genişlettiler; savaş neredeyse yirmi yıl sürdü. Bizans'ın Sperkhiu ve Üsküp zaferleri Bulgarları önemli ölçüde yavaşlattı ve yıllık seferler sayesinde Basileios, düzenli olarak Bulgar kalelerini ele geçirdi. 1014'teki Kleidion Savaşı'nda Bulgarlar yok edildi: orduları esir alındı, her 100 erkekten 99'unun kör edildiği ve geriye kalan 1 adamın hemşehrilerini eve götürmesi için sağ bırakıldığı söylenir. Çar Samuil, bu bir zamanlar yenilmez ordusunun kırık parçalarını görünce şok geçirerek öldü. 1018'de son Bulgar kaleleri teslim oldu ve ülke yine imparatorluğa katıldı. Bu zafer Tuna cephesini Herakleios döneminden beri ilk defa güvenli bir hale soktu.
Kiev Knezliği ile ilişkiler
850 ve 1100 arasında Bizans, yeni kurulan ve Karadeniz'in kuzeyi boyunca yayılan Kiev Knezliği'ne karşı karışık bir politika izledi. Bu ilişkiler, Doğu Slavları'nın tarihinde uzun süren yankılara yol açacaktı ve imparatorluk, hızlıca Kiev'in ana ticaret ve kültür partneri oldu. Ruslar Konstantinopolis'e ilk saldırısını 860 yılında gerçekleştirdi ve şehrin varoşlarını yağmaladı. 941'de Kiev Rusları Boğaziçi'nin Asya kıyılarında belirdiyseler de Bizans'ın 907 sonrası askerî gücü neticesinde ezici bir yenilgiye uğradılar ki Bizans, aynı güçlü sürecin başında Rusları sadece diplomasiyle geriye püskürtmüştü (907). II. Basileios Kiev Rusları'nın yükselen gücüne kayıtsız kalamadı ve kendinden önceki imparatorların yolundan giderek dini siyasî emelleri için kullanma yoluna gitti. Rus–Bizans ilişkileri 988'de Anna Porfirogenita'nın Büyük Vladimir'le evlenmesi ve sonucunda Kiev Ruslarının Hristiyanlaşması'nın ardından iyice yakınlaştı. Bizans rahipleri, mimarları ve sanatçıları, Rusların hakimiyeti altındaki birçok katedral ve kilisede çalışmak üzere davet edildi. Bu sayede Bizans kültürü daha geniş sınırlara ulaştı ve buna karşılık birçok Rus da başta ünlü Vareg Muhafızlar olmak üzere Bizans ordusunda paralı asker olarak çalıştı.
İlişkiler Ruslar Hristiyanlaştıktan sonra bile her zaman arkadaş canlısı olmadı. İki tarafın çarpıştığı en büyük çatışma, 968–971 arasında Bulgaristan'da yaşandı. Bunun yanında Karadeniz limanlarına ve Konstantinopolis'e yönelik Rus istilacı seferleri zaman zaman kaydedildi. Her ne kadar bu istilaların çoğu Bizans tarafından geri püskürtülmüş olsa da, bunların sonunda sıklıkla antlaşmalar yapıldı ve bu antlaşmalar genellikler Ruslar yararına düzenlendi. Örneğin, Rusların Bizanslılarla bağımsız bir güç olarak kapışmaya olan isteklerini gösteren belirtilerle bilinen 1043 savaşından sonra, devletler arasında yine bir antlaşma imzalandı.
Zirve
1025'te II. Basileios öldüğü zaman imparatorluk doğuda Ermenistan'dan batıda Güney İtalya'daki Calabria'ya kadar uzanıyordu. Bulgaristan'ın fethi, Gürcistan ve Ermenistan'ın bir kısmının ele geçirilmesi, Girit, Kıbrıs ve Antakya gibi stratejik yerlerin tekrar fethedilmesi gibi birçok başarıya erişilmişti. Üstelik bunlar taktiksel kazanımlardan ziyade uzun süreli kazanımlardı.
VI. Leon, Yunanca bütün Bizans kanunlarını yazdırdı. Bu 60 ciltlik devasa eser, sonraki bütün Bizans yasalarının temeliydi ve günümüzde halen üzerinde çalışmalar yapılmaktadır. Leon idari sistemi de yeniden yapılandırdı ve idari bölümlendirmelerin (Themata veya "Thema") sınırlarını tekrar çizdi. Bunun yanında rütbe ve ayrıcalıklar sistemini düzene soktu ve Konstantinopolis'teki çeşitli esnaf loncalarının davranışlarını düzenledi. Leon'un reformları, imparatorluğun önceki parçalılığını azaltarak, onu tek merkezli bir güce evriltti. Buna karşın, ülkenin artan askerî başarısı köylülüğe karşılık eyalet soyluluğunu büyük oranda artırdı ve zenginleştirdi ve köylüler bir çeşit köle konumuna indirgendi.
Makedon Hanedanı süresince Konstantinopolis tekrar canlandı ve 400.000'lik nüfusa eriştiği 9 ve 10. yüzyıllar boyunca Avrupa'nın en büyük ve en zengin şehri oldu. Bu süreçte Bizans, rekabetçi aristokratlar tarafından vergi toplama, iç işleri ve dış işleri konularında yürütülen, güçlü bir kamu hizmet sistemi yürütüyordu. Makedonyalı imparatorlar, ülkenin zenginliğini de Batı Avrupa'yla yapılan, özellikle ipek ve madeni eşyalar üzerine kurulu ticaretle oldukça artırmıştı.
Ortodoks ve Katolik Hristiyanlık'ın ayrılması (1054)
Makedonya dönemi, dinî önem arz eden bazı olaylara da sahne oldu. Bulgar, Sırp ve Kiev Rusu kavimlerinin Ortodoks Hristiyanlığa geçmesi Avrupa'nın dinî haritasını kalıcı olarak değiştirdi ve etkileri halen sürmektedir. Selanikli iki Bizans Rum'u kardeş olan Kiril ve Metodius, Slavların Hristiyanlaşması sürecine kayda değer katkılar sağladı ve bu zaman içerisinde Kiril alfabesinin atası olarak bilinen Glagol alfabesi geliştirildi.
1054'te Batı ve Doğu Hristiyan Kiliseleri arasında Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılması adı verilen nihai bir kriz yaşandı. Her ne kadar 16 Temmuz'da resmî olarak kurumsal ayrışma bildirisi yayımlanlamış olsa da, bir Cumartesi öğlesindeki Kutsal Liturji sırasında üç papa elçisi Aya Sofya'ya girip kilise mihrabına aforoz boğası yerleştirdiğinde, yüzyıllardır aşamalı olarak artan büyük ayrışma zirve noktasına erişti.
Kriz ve parçalanma
İmparatorluk kısa süre sonra, büyük oranda thema sisteminin bozulması ve askerî sistemin ihmal edilmesinden kaynaklanan zorluklarla dolu bir sürece girdi. II. Nikeforos, İoannis Çimiskes ve II. Basileios, askerî yapılanmayı (τάγματα, tagmata) acil müdahale eden, çoğunlukla savunmacı, vatandaşlardan oluşan bir yapıdan, profesyonel, sefere çıkan ve gittikçe paralı askerlere dayalı bir ordu haline getirmişti. İstila tehlikesi 10. yüzyıl itibarıyla azalmaya başlayınca bu oldukça pahalı paralı askerlere, büyük garnizonlara, pahalı savunma yapılarına ve dolayısıyla bütün bunların sürdürülebilirliğine duyulan ihtiyaç da azaldı. II. Basileios ölümünden sonra filizlenen bir hazine bıraksa da, kendinden sonra geleceklerin izleyebileceği bir plan yapmayı ihmal etti. Yakın dönem ardıllarından hiçbirinin özellikli askerî veya politik yeteneği yoktu ve imparatorluğun idaresi gittikçe kamu hizmeti sisteminin eline düştü. Bizans ekonomisini canlandırma girişimleri sadece enflasyona ve değeri küçültülmüş altın para sistemine yol açtı. Ordu şimdi gereksiz bir harcama ve siyasî bir risk olarak görülüyordu. Bu yüzden yerel birliklerin görevlerine son verildi ve ordu daha çok belirli kontratlar üzerinden yürüyen yabancı paralı askerlerle dolduruldu.
Aynı süreçte, imparatorluk yeni düşmanlar edindi. Güney İtalya'daki eyaletler, 11. yüzyıl başında İtalya'ya gelen Normanlar'ın tehdidi altında kaldı. Konstantinopolis ve Roma arasında 1054'teki Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılması ile sonuçlanan çekişmeler sırasında Normanlar, yavaş ama emin adımlarla Bizans İtalya'sına doğru genişlemeye başlamıştı. Calabria'nın tagma merkezi olan Reggio, 1060'ta Robert Guiscard tarafından ele geçirildi ve bunu 1068'de Otranto'nun kaybı izledi. Puglia'daki ana kale olan Bari, Ağustos 1068'de kuşatıldı ve Nisan 1071'de düştü. Bizanslılar bunun yanında, 1069 itibarıyla Dalmaçya kıyılarındaki etkilerini, Hırvat kralı IV. Petar Krešimir'e (taht: 1058–1074/1075) kaybetti.
Bunlara karşın bütün bu felaketlerin en kötüsü Anadolu'da yaşandı: 1065 ila 1067 yıllarında Selçuk Türkleri doğu Bizans sınırları dolaylarında Ermenistan içlerine keşiflere başladı. Bu acil durum, 1068'de kendilerinden biri olan Romen Diyojen'i imparator olarak seçen Anadolu'daki askerî aristokrasiyi etkiledi. 1071 yazında Romen Diyojen, Selçuklular'ı Bizans ordusuyla yüzleştirecek devasa bir doğu seferi düzenledi. Malazgirt Savaşı'nda Bizanslılar, sürpriz bir şekilde Sultan Alp Arslan tarafından yenilgiye uğradı ve imparator esir düştü. Alp Arslan, imparatora saygıyla yaklaştı ve Bizanslılara katı yaptırımlar empoze etmedi. Konstantinopolis'te ise bir askerî darbe sonucunda Mihail Dukas başa geçti ve bu iktidar, Nikeforos Bryennios ve Nikeforos Botaneiates'ten muhalefet gördü. 1081 yılı itibarıyla Selçuklular, Anadolu'da Ermenistan'dan Bitinya'ya kadarki Anadolu platosunu görünürde ele geçirmişti ve başkentlerini Konstantinopolis'e sadece 90 km uzakta bulunan İznik'e taşımışlardı.
Komnenos Hanedanı ve haçlı seferleri
1081'den 1185'e kadar süren Komnenos Hanedanı'nda beş imparator (I. Aleksios, II. İoannis, I. Manuil, II. Aleksios ve I. Andronikos) hüküm sürdü ve genel olarak Bizans'ın askerî, bölgesel, ekonomik ve siyasî pozisyonu üzerine süreğen, fakat sonuç itibarıyla tamamlanmamış bir restorasyon politikası yürütüldü. Her ne kadar Selçuk Türkleri Anadolu'da imparatorluğun kalbini ele geçirmiş olsa da, Bizans'ın çabalarının büyük bir kısmı bu dönemde Normanlar başta olmak üzere batı güçlerine yönelikti.
Komnenos altındaki imparatorluk, I. Aleksios'un da sebep olduğu Kutsal Topraklar'a yönelik Haçlı Seferleri tarihinde anahtar rol üstlendi. Bu süreçte özellikle İoannis ve Manuil dönemlerinde Avrupa'da, Yakın Doğu'da ve Akdeniz havzasında kültürel ve siyasî bakından büyük bir nüfuz gücü kullandı. Komnenos döneminde, Bizans ile Haçlı devletlerinin de dahil olduğu "Latin" Batı arasındaki iletişim oldukça ilerledi. Venedikli ve diğer İtalyan tüccarlar büyük miktardaki nüfuslarıyla Konstantinopolis başta olmak üzere ülkeye yerleşti (sadece 300 ila 400 binlik Konstantinopolis'te 60.000 Latin yaşıyordu) ve buna ek olarak I. Manuil tarafından yerleştirilen çok sayıda Latin paralı askerin nüfusa dahil oluşu, Bizans teknoloji, sanat, edebiyat ve kültürünün Latin Batı'ya sızmasına ve aynı şekilde Batı fikirlerinin imparatorluk içinde kendine yer bulmasına yol açtı.
Zenginlik ve kültürel hayat göz önüne alındığında Komnenos döneminin Bizans tarihindeki tepe noktalarından biri olduğu söylenebilir. Bu dönemde Konstantinopolis'in, Hristiyan dünyasında boyut, zenginlik ve kültür bakımından lider bir şehir olarak kaldığı görülebilir. Bu sıralarda Antik Yunan felsefesine ve geleneksel Yunan edebiyatına dönük ilginin yeniden canlandığı görülebilir. Bizans sanatı ve edebiyatı Avrupa'da üstün bir yere sahip oldu ve bu etki oldukça uzun süreliydi.
I. Aleksios ve Birinci Haçlı Seferi
Malazgirt sonrasında Komnenos Hanedanı'nın çalışmaları sayesinde Komnenos restorasyonu da denilen kısmi bir toparlanma gözlemlendi. İlk Komnenos hükümdarı I. İsaakios (1057–1059) idi. Bundan hemen sonra başlayan Dukas Hanedanı'nı (1059–81) izleyen süreçte I. Aleksios 1081'de başa geçerek Komnenos'ların tekrar güç kazanmasına yol açtı. Tahta çıkışının başlangıcından itibaren Aleksios, Robert Guiscard ve oğlu Tarantolu Boemondo önderliğindeki Normanlar tarafından haşmetli saldırılara maruz kaldı: Dıraç ve Korfu elden çıktı, Teselya'daki Larissa kuşatıldı. Robert Guiscard'ın 1085'te ölümü Norman sorununu bir süre yatıştırdı. Bir sonraki sene Selçuk sultanı da ölünce sultanlık iç rekabet nedeniyle parçalandı. Aleksios kendi çabalarıyla, 28 Nisan 1091'deki Levounion Muharebesi'nde sürpriz saldırı yaptığı Peçenekler'i ağır yenilgiye uğrattı.
Batı'da istikrar sağlayan Aleksios, ekonomik sorunlara ve imparatorluğun geleneksel savunmasının bölünmesine eğilmek için zaman buldu. Buna rağmen, Selçukluların üzerine yürüyüp kayıp toprakları geri kazanacak insan gücüne sahip değildi. 1095'teki Piacenza Konsili'nde Aleksios'un elçileri Papa II. Urbanus'a Doğu Hristiyanlarının zulüm altında olduğunu söyleyerek, Batı'nın yardımı olmadan Hristiyanların Müslüman yönetimi altında zulüm görmeye devam edeceklerinin altını çizdi.
Urbanus'a göre Aleksios'un bu talebi Batı Avrupa'yı güçlendirmek ve Doğu Ortodoks Kilisesi ile Roma Katolik Kilisesini kendi boyunduruğu altında birleştirmek için iyi bir fısattı. 27 Kasım 1095'te Papa II. Urbanus, Clermont Konsili'ni topladı ve katılımcıları Haç sembolü altında birleşerek askerî bir hac görünümünde Kudüs'ü ve Doğu'yu Müslümanların elinden tekrar almaya çağırdı. Batı Avrupa'nın bu çağrıya yanıtı ezici bir "evet"ti.
Aleksios Batı'dan paralı asker yoluyla yardım bekliyordu ve kısa süre sonra Bizans topraklarında beliren tamamen hazırlıksız, disiplinsiz ve kalabalık orduya hazır değildi. Gelen ordunun sekiz liderinden dördünün (hatta biri Boemondo) Norman olması Aleksios için iyi bir haber değildi. Yine de Haçlılar Konstantinopolis'ten geçmek zorunda olduğundan, imparatorun olaylar üzerinde belli oranda kontrolü vardı. İmparator, liderlerden Kutsal Topraklar'a giderken karşılarına çıkan bütün şehirleri Türkler'den alarak Bizans'a geri vermesi konusunda ant içmeyi şart koştu. Buna karşılık o da bu orduya rehber ve askerî refakat yardımı yaptı.
Aleksios birçok önemli şehri, adayı ve Anadolu'nun batısını geri almayı başardı. Buna karşın, Katolik/Latin haçlılar Aleksios'un Antakya Kuşatması'nda kendilerine verdiği sözü tutmadığına inanıyordu (aslında imparator Antakya'ya doğru yola koyulmuştu fakat Blois Kontu Stephen tarafından, seferin çoktan başarısız olduğu iddia edilerek geri dönmeye ikna edilmişti). Kendisini Antakya Prensi olarak ilan eden Boemondo, Bizanslılarla doğrudan savaşa girdi ama sonunda 1108'deki Devol Antlaşması'yla Aleksios'un vasalı olmayı kabul etti ve böylece bu imparator dönemindeki Norman tehlikesi sona erdi.
II. İoannis, I. Manuil ve İkinci Haçlı Seferi
Aleksios'un oğlu II. İoannis, 1118'de görevi devralarak 1143'e kadar hüküm sürdü. İoannis dindar ve kararlı bir imparatordu ve yarım asır önceki Malazgirt'ten aldığı darbeyi tersine çevirmek konusunda kararlıydı. Dinî yönüyle bilinen İoannis'in dönemi, gözle görülür biçimde ılıman ve adildi ve hatta gaddarlığın norm olduğu bir dönemde istisnai etik bir yönetici örneği gösterdi. Bu sebepten ötürü sıklıkla Bizans'ın Marcus Aurelius'u olarak adlandırıldı.
Yirmi beş yıllık hükümdarlığı boyunca İoannis, Batı'da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu ile ittifaklar kurarak Beroia Muharebesi'nde Peçenekler'i ağır bir yenilgiye uğrattı. 1120'lerde Macar ve Sırp tehlikelerini saf dışı bıraktı ve 1130'da Cermen imparatoru III. Lothar ile Norman kralı II. Rugerro'ya karşı itttifak kurdu.
Tahtta olduğu son dönemlerde Doğu'ya odaklandı ve kişisel olarak Anadolu'da Türkler üzerine seferler yönetti. Seferleri sonucu Doğu'da güç dengeleri uzun süreliğine değişti ve savunma durumuna geçen Türkler'den birçok şehir, kale, kasaba geri alındı. Melitene'deki Danişmentliler Devleti'ne son vererek Kilikya'yı geri aldı ve üzerine Antakya Prensi Antakyalı Raymond'u Bizans hükümdarlığını tanımaya zorladı. İoannis, Hristiyan dünyasındaki önderliğini kanıtlama çabasıyla Haçlı devletleriyle beraber birleşik ittifakla Kutsal Topraklar'a yürüdü. Seferin büyük coşkusuna karşın bazı Haçlıların ihaneti yüzünden impartorluğun umutları suya düştü.1142'de, Antakya'daki hak iddiası için bu şehre giden İoannis, 1143 baharında bir av kazası sonucu öldü. Raymond, hemen sonra Kilikya'yı ele geçirmeye cesaretlendiyse de, yenilerek imparatordan özür dilemek için Konstantinopolis'e gitmek zorunda kaldı.
Yanni'nin kendi seçtiği varisi dördüncü oğlu I. Manuil, doğuda ve batıda komşulara agresif seferler düzenledi. Manuil, Filistin'de Haçlı Kudüs Krallığı ile anlaşarak Fatımi egemenliği altındaki Mısır üzerine büyük bir donanma gönderdi. Manuil, Antakya Prensi Châtillonlu Renaud ve Kudüs Kralı I. Amalrik ile anlaşarak, yani Antakya ile Kudüs'ü egemenlik altına alarak Haçlı devletleri arasında amir pozisyonunu güçlendirdi. 1155'te Güney İtalya limanlarını ele geçirmek için gönderdiği sefer, koalisyon içinde çıkan tartışmalar nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı. Buna rağmen, Bizans güçleri 1167'de Sirmium Savaşı'nın ardından Macaristan Krallığı'nın güney topraklarını başarılı bir şekilde ele geçirdi. 1168 itibarıyla neredeyse bütün Doğu Adriyatik kıyıları Manuil'in elindeydi. Manuil, Papa ve Batılı Hristiyan krallıklarla bazı anlaşmalar yaptı ve İkinci Haçlı Seferi sırasında orduların ülke topraklarından geçişi başarıyla kontrol altında tutuldu.
Bunlara rağmen Manuil, 1176'da Türklerle yaptığı Miryokefalon Savaşı'nda ağır bir yenilgiye uğradı. Ancak ülke kısa sürede toparlandı ve Manuil'in güçleri ertesi sene "seçilmiş Türkler"e karşı bir zafer elde etti. Bizans komutanı İoannis Vatacis'in Türk istilacı güçlerini yok ettiği Hyelion ve Leimocheir Savaşı'nda birliklerin sadece başkentten gelmiyor oluşu ve yol üzerindeki yerleşimlerden de asker toplamaları, Bizans ordusunun halen güçlü olduğunun ve Anadolu'da yürüttüğü savunmacı politikalarının halen başarılı olduğunun ipuçlarını verir.
12. yüzyıl Rönesansı
İoannis ve Manuil aktif askerî politikalar izledi ve her ikisi de kuşatmalar ile şehir savunmaları için büyük kaynaklar ayırdı; agresif tahkimat çalışmaları, her ikisinin de temel askerî planının kalbini oluşturuyordu. Miryokefalon'daki yenilgiye rağmen Aleksios, İoannis ve Manuil'in izlediği politikalar, büyük toprak kazanımları, Anadolu ve Avrupa'da sınır güvenliği gibi önemli getirilere yol açtı. Yaklaşık 1081 ila 1180 arasında Komnenos ordusu imparatorluğunun güvenliğini sağlayınca, Bizans medeniyetinin zenginleşmesine yol açıldı.
Tüm bu gelişmeler, yüzyılın sonlarına kadar imparatorluğun Batı eyaletlerinde ekonomik bir canlanma yarattı. Bazı akademisyenlere göre, Komnenos dönemi, 7. yüzyıldaki Pers saldırılarından beri Bizans'ın en zengin olduğu dönemdir. 12. yüzyıl süresince, nüfus arttı ve geniş topraklar tarıma açıldı. Arkeolojik buluntular, bu dönemde hem Avrupa'da hem de Anadolu'daki yerleşimlerin genişlediğine ve yeni yerleşimlerin sayısında hızlı bir artış olduğuna işaret eder. Ticari etkinliklerde de kayda değer ilerlemeler görüldü. Venedikliler, Cenevizliler ve diğerleri Ege limanlarını ticarete açtı; Outremer Haçlı devletlerinden ve Fatımi Mısır'dan Konstantinopolis'e mal girişleri oldu.
Sanatta, mozaik sanatının yeniden canlandığı, yerel mimarlık okullarının farklı kültürel kaynaklardan ilham alan özgün tarzlar geliştirdiği görülür. 12. yüzyıl boyunca Bizanslılar erken hümanizm modelini geliştirdiler; klasik dönem yazarlarına olan ilgide bir canlanma görüldü. Selanikli Efstathios'a bakıldığında, Bizans hümanizminin en karakteristik dışavurumu görülür. Felsefede 7. yüzyıldan beri görülmemiş bir şekilde klasik öğrenim yeniden dirildi ve klasik eserler üzerine yorumların bulunduğu eserler giderek artan miktarlarda yayımlanır oldu. Buna ek olarak, Yunan bilgi birikiminin Batı'ya ilk geçişi Komnenos dönemi sırasında oldu.
Gerileme ve dağılma
Angelos Hanedanı
Manuil 24 Eylül 1180'de ölünce, 11 yaşındaki oğlu II. Aleksios tahta çıktı. Aleksios görevinde oldukça beceriksizdi fakat onun saltanatını asıl kötü üne kavuşturan şey annesi Antakyalı Maria ile onun Frank geçmişiydi. Sonunda I. Aleksios'un torunu olan I. Andronikos, kendinden daha genç olan bu hükümdara karşı ayaklandı ve onu şiddetli bir darbeyle tahttan indirdi. Yakışıklılığını ve ordudaki popülerliğini kullanarak, Ağustos 1182'de Konstantinopolis'e ilerledi ve Latinlerin katledilmesi için tahrikte bulundu. Potansiyel rakiplerini yok ettikten sonra, Eylül 1183'te kendini eş imparator ilan etti. Sonrasında II. Aleksios'tan kurtuldu ve onun 12 yaşındaki karısı Fransalı Agnes'i kendi karısı yaptı.
Andronikos yönetime iyi başladı ve idari reformları tarihçiler tarafından olumlu karşılandı. Georgiy Ostrogorskiy'e göre, Andronikos yolsuzluğun kökünü kazımak konusunda kararlıydı: Onun döneminde makamların satışı durdu; işe alımlar yandaşlıktan ziyade yeteneğe göre yapıldı; memurlara yeterli maaşlar verilerek rüşvete olan istek azaltıldı. Eyaletlerde, Andronikos'un reformları hızlı ve göze çarpan bir kalkınma yarattı. Aristokratlar ona karşı agresif bir tutum takındı ve imparator buna karşılık gittikçe şiddete dayalı bir tutum sergilemeye başladı. Sonuç olarak karşısına çıkanları idam ettiği ve onlara şiddet uyguladığı korku ülkesinde, imparatorluğu kendisi için de istikrarsız bir hale soktu. Andronikos neredeyse bütün aristokrasinin kökünden kazınmasını savunuyordu. Bu tutumu neredeyse toplu katliamlara dönüştü ve kendi rejimini desteklemek için daha acımasız yasalara başvurdu.
Askerî arka planına rağmen Andronikos, İsaakios Komnenos'a, Hırvat topraklarını Macar topraklarına katan III. Béla'ya (taht: 1172-1196) ve Bizans'tan bağımsızlığını ilan eden Sırp Stefan Nemanja'ya (taht: 1166–1196) söz geçiremedi. Üstelik bu sorunlardan hiçbiri 1185'te Sicilyalı II. William'ın (taht: 1166–1189) 300 gemi ve 80.000 kişilik orduyla Bizans'ın üstüne yürümesi kadar önemli değildi. Andronikos, başkenti korumak için 100 gemilik küçük bir donanmayla seferber oldu ve bunun dışında halka da kayıtsız kaldı. Sonuçta daha öncesinde bir suikast girişiminden sağ kalan II. İsaakios, halkın yardımıyla Andronikos'u tahtından etti ve onu idam ettirdi.
II. İsaakios ve özellikle erkek kardeşi III. Aleksios'un dönemleri, Bizans'ın idari ve savunma açısından merkezi işleyişinin çöküşünün görüldüğü yıllardır. Her ne kadar Normanlar Yunanistan'dan atılsa da, 1186'da Ulahlar ve Bulgarlar ayaklanarak İkinci Bulgar İmparatorluğu'nu kurdu. Angeloslar'ın iç politikası devletin hazinesinin çarçur edilmesi ve finansal kötü yönetim etrafında şekillendi. İmparatorluk otoritesi ciddi biçimde zayıfladı ve ve imparatorluğun merkezindeki güç vakumu parçalanmayı destekler hale geldi. Önceki Komnenos soyundan ileri gelen bazı kimselerin 1204'ten önce Trebizond'da yarı özerk bir devlet kurma girişimlerine dair kanıtlar bulunmaktadır. Tarihçi Aleksandr Vasilyev bu süreç üzerine şunları söyledi: "Rum asıllı Angelos Hanedanı, ... çoktan dışta zayıf içte parçalanmış haliyle imparatorluğun çöküşünü hızlandırdı."
Dördüncü Haçlı Seferi
1198'de, Papa III. Innocentius, yeni bir Haçlı Seferi'ni elçiler ve genelgeler yoluyla yaydı. Bu yeni Haçlı Seferi'nin amacının amacı Mısır ve Müslümanların güç merkezinin bulunduğu Levant'ı ele geçirmek olarak belirtildi. 1202 yazında Venedik'e varan Haçlı ordusu, beklenenden küçüktü ve donanması Haçlı devletleri tarafından kiralanan Venediklilerin parasını ödeyecek kadar zengin değildi. Yaşlı ve kör olduğu halde halen azimli Doc Enrico Dandolo yönetimindeki Venedik otoritesi Papa ile olası bir anlaşmazlığa sürüklendi, çünkü Venedik Mısır'a ticari açıdan oldukça yakındı. Bunun sonucunda, Haçlılar Dalmaçya'daki (Hristiyan) liman kenti Zara'yı (bu şehir önceden Venedik'in bir vasalıydı fakat 1186'da ayaklanıp Macaristan'a katılmıştı) yeniden fethetmekte Venedik'e yardım ederek ödeme yapmayı kabullendi. Kuşatmanın ardından Kasım 1202'de şehir düştü. Innocentius bir Hristiyan şehrine böylesi bir siyasî saldırının yapılmasını yasaklamaya çalıştıysa da dinlenmedi. Haçlı Seferi konusundaki planlarını riske atmaya isteksiz olan Papa, Haçlılara değilse bile Venediklilere özel şartlı af çıkardı.
Champagne Kontu III. Theobald ölünce Haçlı'nın liderliği, Hohenstaufen Hanedanı'ndan Svabyalı Filip'in arkadaşı olan Montferrat Markisi I. Boniface'ye geçti. Hem Boniface hem Filip Bizans İmparatorluğu sarayından kimselerle evliydi. Hatta görevden alınıp kör edilmiş imparator II. İsaakios'un oğlu ve Filip'in kayınbiraderi IV. Aleksios, yardım istemek ve Haçlılar ile görüşmek adına Avrupa yollarına düşmüştü. Aleksios, Bizans kilisesini Roma'dakiyle birleştirmeyi, Haçlılar'a 200.000 gümüş marka vermeyi, Mısır yolunda onlara her türlü desteği sağlamayı teklif etti. Innocentius Haçlıların ikiye bölünüp bir kolunun Konstantinopolis'e gitmeyi planladığının farkındaydı ve bu şehre herhangi bir saldırıyı yasakladı, ancak donanmaya yazdığı mektup Zara'ya ulaştığında Haçlılar çoktan yola koyulmuştu.
Konstantinopolis'in Haçlılar tarafından yağmalanması (1204)
Haçlılar Konstantinopolis'e 1203 yazında vardı ve hiç gecikmeden şehre saldırarak ve şehrin büyük kısmına zarar veren bir yangın çıkararak şehri doğrudan ele geçirdiler. III. Aleksios başkentten kaçtı ve Aleksios Angelos, "IV. Aleksios" adıyla kör babası İsaakios ile beraber tahta çıkarıldı. Ancak, IV. Aleksios ve II. İsaakios verdikleri sözleri tutamayınca V. Aleksios tarafından tahttan indirildiler. Haçlılar 13 Nisan 1204'te tekrar şehri kuşatarak yeniden ele geçirdiler ve şehir üç gün boyunca mevki ve unvanlara göre bir katliama ve yağmaya maruz kaldı. Birçok paha biçilemez ikon, eser ve diğer nesneler çoğu Venedik'e gitmek üzere Batı Avrupa'ya götürüldü. Khoniates'e göre bu süreçte patrik tahtına bir hayat kadını bile oturtulmuştu. III. Innocentius bu olanları duyunca Haçlıları derhal azarladı. Ancak durum kendi kontrolünün dışındaydı ve hatta Papa'nın kendi elçileri bizzat kendi kararlarıyla Haçlılar'ın Kutsal Topraklar'a devam etme görevini iptal etmişti. Yeni bir emir verildiğinde, haçlılar ve Venedikliler anlaşmalarını hayata geçirdi: Flaman Baodouin, yeni Latin İmparatorluğu'nun başına getirildi ve Venedikli Thomas Morosini Patrik olarak seçildi. Her ne kadar liderler Bizans'ın eski toprakları üzerinde kendi isteklerine göre bir paylaşım yapsalar da, Bizans topraklarının farklı yerlerinde İznik, Trabzon ve Epir başta olmak üzere direnişler görüldü . Venedik toprak fethetmekten ziyade ticaretle daha ilgili olsa da, Konstantinopolis'in en önemli noktalarını kendisi kontrolü altına aldı ve Doc "Roma İmparatorluğu'nun Bir Buçuk Çeyreğinin Lordu" unvanını kazandı.[
Çöküş
Sürgündeki imparatorluk
Latin haçlılar 1204'te Konstantinopolis'i yağmaladıktan sonra iki Bizans ardılı devlet ortaya çıktı: İznik İmparatorluğu ve Epir Despotluğu. Bir üçüncü devlet olan Trabzon İmparatorluğu, Aleksios tarafından yağmanın birkaç hafta öncesinde kurulmuştu. Bu üçü içerisinde sadece Epir ve İznik Konstantinopolis'i tekrar ele geçirme fırsatları elde etti. Ancak, İznik İmparatorluğu sonraki yıllarda var olmak için mücadele verdi ve 13. yüzyıl ortalarına gelindiğinde Güney Anadolu'nun büyük bir kısmını kaybetmişti. 1242–43 Moğol istilalarının ardından Anadolu Selçuklu Devleti de zayıflamıştı ve ortaya çıkan irili ufaklı beylikler ile gazveler Bizans'ın Anadolu'daki gücünü iyice zayıflattı. İlerleyen dönemlerde bu beylerden birisi olan Osman Gazi beylik sınırlarını genişletecek ve beylik Konstantinopolis'i fethedecekti. Yine de Moğol istilaları Selçukluların istilalarını geçici bir süre bir nebze yatıştırdığından İznik, kuzeydeki Latinler ile savaşa odaklandı.
Konstantinopolis'in yeniden alınması
Laskaris Hanedanı tarafından kurulan İznik İmparatorluğu, 1261'de Konstantinopolis'i Latinler'den aldı ve Epir'i yendi. Bu durum Bizans'ın VIII. Mihail altında kısa süreli bir yeniden canlanışına neden olduysa da, savaş yorgunu imparatorluğun çevresindeki düşmanlarla savaşacak imkanı yoktu. Latinler üzerine yaptığı seferlerin devamlılığını sağlamak adına Mihail Anadolu'dan askerlerini çekerek köylülerden çok ağır vergiler toplamaya başladı ve bu durum halkta kızgınlık yarattı. Dördüncü Haçlı Seferi'ndeki hasarları gidermek adına Konstantinopolis'te devasa inşaat projeleri görüldü. Bunların hiçbiri Anadolu'da Türk akınları altında kalan çiftçilerin yararına değildi.
Anadolu'da sahip olduklarıyla yetinmek istemeyen Mihail, imparatorluğu genişletmeye çalıştıysa da sadece kısa dönemde başarılı oldu. Başkentin Latinler tarafından bir kere daha yağmalanmasının önüne geçmek adına Kilise'yi Roma'ya boyun eğmeye zorladı ki bu da geçici bir çözümdü zira köylüler Mihail'den ve Konstantinopolis'ten nefret ediyordu. II. Andronikosve daha sonraları torunu III. Andronikos Bizans'ın görkemini yeniden canlandırmak için son hakiki girişimleri yaptı. Buna rağmen II. Andronikos'un paralı askerleri sıklıkla ters tepiyor, Katalan Bölüğü taşraya saldırıp halkın başkente olan öfkesini artırıyordu.
Osmanlı'nın yükselişi ve Konstantinopolis'in düşüşü
III. Andronikos öldükten sonra patlak veren iç savaşlar durumu daha da kötüye götürdü. Altı yıl süren bir iç savaş imparatorluğu mahvetti ve Sırp hükümdar Stefan Dušan (taht: 1331–1346) fırsattan istifade ülkenin büyük bir kısmını istila ederek Sırp İmparatorluğu'nu kurdu. 1354'te Gelibolu'daki bir deprem kaleyi yıktı ve böylece Osmanlılar (iç savaş sırasında VI. İoannis Kantakuzinos tarafından paralı asker olarak tutulmuşlardı) Avrupa'daki ilk topraklarına kavuştu. İç savaş bittiğinde, Osmanlılar çoktan Sırpları yenerek onları vasal halinde yönetim altına almışlardı. Kosova Savaşı'nın ardından Balkanların büyük kısmı Osmanlıların egemenliğindeydi.
Bizans imparatorları Batı'dan yardım istedi, fakat Papa böyle bir yardımı sadece Doğu Ortodoks Kilisesi ile Roma Makamı'nın birleştirilmesi karşılığında yapacağını söyledi. Birleşme düşünüldü ve zaman zaman imparatorluk hükmüyle başarıldı ancak Ortodoks vatandaşlar ve ruhban sınıfı Roma'ya ve Latin Kilisesi'ne büyük kızgınlık duyuyordu. Bazı Batı birlikleri Konstantinopolis'in Hristiyan varlığını desteklemek için geldiyse de, birçok Batı hükûmdarı kendi işleriyle meşguldü ve Osmanlı Bizans topraklarının geriye kalan kısmını ele geçirmeye devam etti.
Konstantinopolis bu sıralarda terk edilmiş ve yıkık dökük bir durumdaydı. Nüfus düşüşü o kadar büyüktü ki, artık birbirinden tarlalarla ayrılmış köy kümelerinden fazlası değildi. 2 Nisan 1453'te, Fatih Sultan Mehmed'in 80.000 kişilik ordusu ve çok sayıda düzensiz birlikleriyle şehri kuşattı. Sayıca oldukça az sayıdaki Hristiyan kuvvetleri (yaklaşık 7000 erkek, 2000'i yabancıydı) umutsuzca kenti son bir şans savunmaya çalışsa da, iki aylık kuşatmanın ardından 29 Mayıs 1453'te Konstantinopolis düştü. Şehrin surları düşünce Bizans imparatoru XI. Konstantinos, son olarak imparatorluk kılığını fırlatıp göğüs göğüse savaşmak için sokaklara inerken görüldü.
Siyasî sonuçlar
Konstantinopolis düştüğünde Bizans'ın elinde kalan tek toprak, son imparatorun kardeşleri Thomas Paleologos ve Dimitrios Paleologostarafından yönetilen Mora Despotluğu idi. Despotluk, bağımsız olarak Osmanlılara yıllık haraç ödemek şartıyla varlığını sürdürdü. Beceriksiz yönetim, haracı ödeyememe, Osmanlılara karşı ayaklanmalar gibi sebeplerden ötürü Mora da Mayıs 1460'ta II. Mehmed'in ordusuna yenik düştü. Demetrios, Osmanlılardan Mora'yı işgal edip Thomas'ı çıkarmalarını rica etmişti ancak Thomas kaçtı. Osmanlılar Mora boyunca yürüdüler ve görünüşte bütün Despotluk'u yaz sonu itibarıyla ele geçirdiler. Demetrios, Mora'nın yönetiminin kendisine kalacağını düşündü ancak yarımada tamamen Osmanlılar'a kaldı.
Birkaç anlaşmazlık daha bir süre devam etti. Monemvasia adası teslim olmayı reddetti ve ilk dönemlerde kısa süre Aragonlu bir korsan tarafından yönetildi. Ada sakinleri bu korsanı kovunca Thomas'ın rızasını alarak 1460 yılı bitmeden Papa'nın koruması altına alınmayı kabul ettiler. Mora'nın güney ucundaki Mani Yarımadası yerel kabilelerin zayıf bir koalisyonu altında direnmeye devam etti ve bir süre sonra Venedikliler tarafından ilhak edildi. Direnişlerin sonuncusu Mora'nın kuzeybatısındaki Salmeniko'da yaşandı. Greças Paleologos buradaki Salmeniko Kalesi'nde askerî komutanlık yaptı. Kasaba bir süre sonra teslim olsa da, Graitzas, garnizonu ve bazı kasabalılarla beraber Temmuz 1461'e kadar kalede yaşadı ve bu tarihten sonra Venedik topraklarına göçtü.
Konstantinopolis'in 1204'te Latinler tarafından ele geçirilmesinden hemen önce bağımsızlığını ilan eden Trabzon İmparatorluğu, Bizans'tan arta kalan son fiili devlet oldu. İmparator David'in Batı'dan Osmanlı'ya karşı yardım istemesi iki devlet arasında 1461 yazında bir savaşa neden oldu. Bir aylık kuşatmadan sonra 14 Ağustos 1461'de David teslim oldu ve Trabzon Osmanlı'ya geçti. Trabzon İmparatorluğu'nun Kırım eyaleti olan Theodoro Prensliği (Perateia'nın bir parçasıydı) olaydan sonra 14 yıl daha varlığını sürdürdü ve 1475'te Osmanlı'ya düştü.
Son imparator XI. Konstantinos'un yeğeni Andreas Paleologos, Bizans İmparatoru olarak hak iddia etti. 1460'taki yenilgisine kadar Mora'da yaşamaya devam etti ve sonrasında Roma'ya kaçarak Papalık Devleti koruması altında yaşadı. Bizans imparatorluk makamı teknik olarak hiçbir zaman babadan oğula geçmediği için Andreas'ın hak iddiası Bizans yasaları altında dayanaksız da olsa doğru olabilirdi. Ancak, imparatorluk yok olmuştu ve Batılı devletler Roma Kilisesi tarafından tasdik edilmiş babadan oğula geçen iktidar sistemini kullanıyordu. Batıda yeni bir yaşam arayan Andreas, kendisine Imperator Constantinopolitanus ("Konstantinopolis İmparatoru") unvanını taktı ve kendisinin ardılı olma haklarını VIII. Charles ile beraber Katolik Krallara sattı. Ancak, kimsenin Andreas'ın ölümünden sonra bu unvanla ilgili bir teşebbüsü olmadı.
XI. Konstantinos herhangi bir varisi olmadan öldü; eğer Konstantinopolis düşmeseydi tahta kendinden sonra muhtemelen ölmüş ağabeyinin oğulları çıkacaktı fakat şehir düşünce bu yeğenleri II. Mehmed tarafından saray hizmetine alındı. Büyük yeğen Has Murad adını aldı ve Sultan Mehmed'in favorisi olarak Balkan Beylerbeyi olarak görev yaptı. Küçük yeğen Mesih Paşa unvanını alarak, Osmanlı donanmasına amiral ve Gelibolu Sancağı'na Sancak Beyi oldu. Sonraki dönemde, Mehmed'in oğlu II. Bayezid'in yanında iki kez sadrazamlık yaptı.
II. Mehmed ve ardılları 20. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu parçalanana kadar kendilerini Roma İmparatorluğu'nun varisi olarak gördüler. Onlara göre Osmanlılar tıpkı Konstantinos'un yaptığı gibi sadece ülkenin dinî temellerini değiştirmişti. Osmanlılar, ele geçirdiği topraklarda yaşayan Doğu Romalılara (Ortodoks Hristiyanlar) Rûm demeye devam etti. Bu sırada Tuna Prenslikleri de (bu ülkelerin yöneticileri de kendilerini Doğu Roma İmparatorları'nın varisi olarak görüyordu) Bizans asilleri de dahil Ortodoks mültecilere ev sahipliği yapıyordu.
İmparator öldükten sonra Moskova Grandükü III. İvan, Doğu Ortodoksları'nın patronu olarak hak iddia etti. Andreas'ın kız kardeşi Sofya Paleologina ile evliydi ve torunları Korkunç İvan Rusya'nın ilk çarı oldu (tsar veya czar, caesar, yani "sezar" anlamına gelir ve Slavlar geleneksel olarak Bizans imparatorlarını bu şekilde adlandırır). Onların ardılları da Moskova'nın Roma ve Konstantinopolis'in varisi olmak için uygun bir şehir olduğu fikrini destekledi. Rus İmparatorluğu'nun bu Üçüncü Roma fikri, Rus Devrimi'ne kadar var olmayı sürdürdü.
Ekonomi
Bizans ekonomisi, yüzyıllar boyunca Avrupa ve Akdeniz'in en ileri ekonomilerindendi. Özellikle Avrupa, Orta Çağ sonlarına kadar Bizans'ın ekonomik gücüne erişemedi. Konstantinopolis, zaman zaman neredeyse bütün Avrasya ve Kuzey Afrika ticaret ağının ana merkeziydi ve özellikle İpek Yolu'nun batıdaki ucuna tekabül ediyordu. 6. yüzyılın ilk yarısına kadar, gerileyen Batı'ya tezat oluştururcasına Bizans ekonomisi büyüme ve istikrar içerisindeydi.
Justinianus Veba Salgını ve Arap istilaları ile beraber ekonomideki durumlar kötüleşti ve bir duraklama, hatta gerileme içine girildi. İsaurya reformları ve özellikle V. Konstantinos'un repopülasyonu, bayındırlık girişimleri ve vergi ölçülendirmeleri, sınır genişliğinden bağımsız olarak 1204'e kadar sürecek bir ekonomik canlanmayı işaret etti. 10. yüzyıldan 12. yüzyılın sonuna kadar Bizans, "lüks" imajına sahipti ve ülkeyi ziyaret edenler, başkentteki zenginlik karşısında etkilenmekteydi.
Dördüncü Haçlı Seferi, Bizans'ın üretimde gerilemesine ve Doğu Akdeniz'deki Batı Avrupalıların ticari üstünlüğüne yol açtı. Bu durum, Bizans için ekonomik bir felaket anlamına geliyordu. Paleologoslar, ekonomiyi yukarı çekmeye çalışsa da Bizans bir daha hiçbir zaman dış veya iç ekonomik güçleri üzerinde tam bir kontrol elde edemedi. Aşama aşama, ticari usuller ve ücret mekanizmaları üzerindeki etkisini yitirdi ve değerli madenlerin ülke dışına, bazı akademisyenlere göre bazen basılan paradan daha çok, çıkışındaki kontrolünü kaybetti.
Bizans'ın ekonomisinin temelinde denizci yapılanmadan beslenen ticaret vardı. Tekstil ürünleri çok büyük ihtimalle en çok ihraç edilen mallardı; ipek kesinlikle Mısır'a gönderildiği gibi, Bulgaristan ve Batı'ya da satılıyordu. Devlet, iç ve dış ticareti sıkı bir kontrol altında tuttu ve para bastırma tekelini hiç kaybetmedi. Böylece, sağlam ve esnek para sistemini sürdürürek ticaret ihtiyaçlarına uyum sağladı.
Hükümet, özel çıkarlarının olduğu loncalar ve kuruluşlar için parametreler belirleyerek faiz oranları üzerinde resmî bir kontrol sağlamaya çalıştı. İmparator ve memurları kriz zamanlarında, başkentin ön tedarik hazırlığını garanti altına almak ve tahıl fiyatlarını aşağıda tutmak için müdahale etti. Son olarak hükümet, sıklıkla ihtiyaç fazlasının bir kısmını vergilendirme yoluyla topladı ve devlet memurlarına maaş dağıtımı veya bayındırlık yatırımları yoluyla tekrar dolaşıma soktu.
Bilim, tıp ve hukuk
Klasik antik dönem yazıları Bizans'ta her daim işlendi. Bu nedenle, Bizans bilimi her dönemde antik felsefe ve metafizik ile doğrudan bağlantılı oldu. Mühendislik alanında, Aya Sofya'nın mimarı olan Yunan matematikçi Miletli İsidoros, 530 yılı civarında Arşimet'in çalışmalarını ilk defa derleyerek bir geleneğin işaretlerini verdi. Matematikçi Leo tarafından "Bizans Rönesansı" sırasında (c. 850) kurulan matematik ve mühendislik okulu aracılığıyla da canlı tutulan bu gelenek sayesinde birçok antik kaynak günümüze ulaşabildi (bkz: Arşimet Palimpsesti). Gerçekten de, geometri ve uygulamaları (mimarlık ve savaş aletleri mühendisliği) Bizanslılar'ın bir uzmanlık alanı olarak kaldı.
Arap istilalarının getirdiği karanlık dönemlerde bilimsel çalışmalar duraklasa da, ilk milenyumun bitişi öncesi Bizans Rönesansı olarak da bilinen süreçte, Bizanslı bilim adamları, Arap ve Perslerin bilimsel ilerleyişinde özellikle astronomi ve matematik alanında ağırlıklarını ortaya koydu. Bizanslılar ayrıca özellikle mimarlıkta (örn. pandantifli kubbe) ve savaş teknolojisinde (örn. Rum ateşi) bazı teknolojik gelişmelerin de mucididir.
Her ne kadar Bizanslılar bilimin uygulanması konusunda fevkalade başarılar (özellikle Aya Sofya'nın inşası sırasında) elde etse de ve antik dönemin bilim ve geometri bilgisini korusalar da, Bizanslılar 6. yüzyıldan sonra yeni teoriler üretmek veya klasik yazarların üzerine eklemek gibi yollara başvurmadılar ve bilime pek az özgün katkıda bulundular.
İmparatorluğun son yüzyılındaki Bizanslı dilbilgisi uzmanları, bizzat kişisel ve yazınsal olarak Antik Yunan dilbilgisi ve edebi çalışmalarını erken Rönesans İtalya'sına götüren bir numaralı kişilerdir. Bu süreçte, astronomi ve diğer matematik bilimleri Trabzon'da öğretilmekteydi ve tıp bilimi hemen hemen bütün bilim adamlarının ortak ilgi alanına giriyordu.
Hukuk alanında I. Justinianus'un reformlarının, içtihat biliminin evrimine net bir etkisi olduğu açıktır. Yine III. Leo'nun Ecloga'sı Slav dünyasında yasal kuruluşların örgütlenmesini etkilemiştir. 10. yüzyılda VI. Leon bütün Bizans yasalarını Yunanca olarak kanunlaştırmayı başardı ve sonraki bütün Bizans hukukunun temelini oluşturarak günümüze kadar devam eden bir ilgi alanı yarattı.
Din
Bizans İmparatorluğu bir teokrasiydi ve Tanrı'nın ülkeyi imparator aracılığıyla yönettiğine inanılıyordu. Jennifer Fretland VanVoorst bu konuda şunları söyledi: "Bizans İmparatorluğu, Hristiyanlık değerleri ve fikirlerinin ülkedeki siyasî fikirlere zemin oluşturduğu ve ülkenin siyasî hedefleriyle iç içe geçtiği bir teokrasidir." Bizans Teokrasisi (2004) adlı kitabında Steven Runciman şunları söyler:
- Bizans İmparatorluğu'nun anayasası, ülkenin Cennet Krallığı'nın dünyevi bir kopyası olduğuna olan inanç üzerinden temellenir. Nasıl ki Tanrı Cennet'te yönetici konumdaysa, onun görüntüsünden yaratılan imparator da dünya üzerinde yönetmeli ve onun emirlerine uymalıdır ... Kendini evrensel bir imparatorluk olarak görüyordu. İdeal olarak, her biri ideal dünyada tek ve gerçek Hristiyan Kilisesi'ne, yani Ortodoks Kilisesi'ne bağlı insanlarla dolu dünyanın bütün insanlarını kucaklamalıydı. Zira insan Tanrı'nın görüntüsüydü ve dolayısıyla insanın dünyadaki krallığı da Cennet Krallığı'nın bir görüntü olmak durumundaydı. İmparatorluğun Doğu'da hayatta kalışı, imparatorun Kilise işleri üzerinde aktif rol almasını garantiledi. Bizans devleti, pagan dönemlerden, dinî işlerin idari ve finansal rutinlerini miras almıştı ve bu rutinler olduğu gibi Hristiyan Kilisesi'ne uygulandı. Eusebius tarafından ortaya konulan modelin ardından, Bizanslılar imparatoru paganlar arasında Hristiyanlık dinini yaymakla ve dinin dış yönlerini (özellikle idare ve finans gibi) yönetmekle yükümlü olan bir İsa temsilcisi/habercisi olarak kabul etti. Cyril Mango'nun da değindiği üzere Bizans siyasî düşüncesi, "Tek Tanrı, tek imparatorluk, tek din" mottosuyla özetlenebilir.
Diyanet işlerinde imparatorluğun rolü hiçbir zaman sabit, yasal olarak tanımlanmış bir erke dönüşmedi. Roma'nın gerileyişiyle ve diğer Doğu Patrikhaneleri'ndeki anlaşmazlık yüzünden Konstantinopolis, 6 ila 11. yüzyıllar arasında Hıristyanlık alemindeki en zengin ve etkili merkez olarak kaldı. İmparatorluk kendisinin bir gölgesi olacak kadar küçüldüğü zamanlarda bile, kilise ülkenin içinde ve dışındaki önemli etkisini sürdürdü. Georgiy Ostrogorskiy bu konuda şunları demiştir:
Konstantinopolis Patrikhanesi, Bizans'a ait Anadolu ve Balkanlar'da, ek olarak ülke dışındaki Kafkaslar'da, Rusya'da ve Litvanya'da kendi astı olan metropolitan makamları ve başpiskoposlukları sayesinde Ortodoks dünyasının merkezi olarak kaldı. Kilise, Bizans İmparatorluğu'ndaki en sabit bileşen olarak varlığını sürdürdü.
Devletin resmî Hristiyanlık doktrini ilk yedi ruhban konsili sayesinde belirlenirdi ve bundan sonra bunu halka empoze etme görevi imparatora verilirdi. Daha sonraları Codex Justinianus ile birleştirilen 388 çıkışlı bir imparatorluk kararnamesi, ülke halkının "Katolik Hristiyan adını üstlenmesi" ve yasalara uymayan, "kafir inanışlar"ı takip eden insanların "deli ve aptal insanlar" olarak kabul edilmesini öne sürer.
İmparatorluk emirlerine ve daha sonraları Doğu Ortodoks Kilisesi/Doğu Hristiyanlığı olarak bilinen devlet kilisesinin zorlayıcı duruşuna rağmen, kilise Bizans'taki bütün Hristiyanlar'ı temsil eden bir duruşa erişemedi. Mango'ya göre, imparatorluğun erken dönemlerinde "deli ve aptal insanlar" ile kilise tarafından "kafir" olarak gösterilenler nüfusun çoğunluğuydu. Bunun yanında 6. yüzyılın sonuna kadar var olan paganlar ve Yahudiler'e ek olarak halk -hatta imparatorlar- arasında Nasturyanizm, Monofizitizm, Aryanizm, and Paulusçlular gibi Ortodoks Kilisesi'nin duruşuna karşı belli duruşlarıyla bilinen farklı Hristiyan doktrinlerini takip edenler oldu.
III. Leo imparatorluk çapındaki ikonların yıkımını emrettiği zaman, Hristiyanlar arasında bir diğer ayrışma da başlamış oldu. Bu durum, büyük bir dinî krize yol açtı ve ancak 9. yüzyılda ikonlar restore edildiğinde yatıştı. Aynı süreç içerisinde genel olarak Slav kökenli halklar arasında paganizm yayıldı. Bu topluluklar Hrıstiyanlaştırıldığında, özellikle imparatorluğun sonlarına doğru, Doğu Ortodoks Kilisesi Hristiyanlar'ın çoğunu ve genel olarak imparatorluğun içinde kalan halkların çoğunu temsil ediyordu.
Yahudiler, Bizans varlığı boyunca önemli bir azınlık olarak kaldılar ve Roma yasasına göre yasal olarak tanınan dinî grup statüsü altında kaldılar. Bizans'ın erken döneminde genellikle hoş görüldülerse de, sonraları zaman zaman gerilimli ve zulüm dolu zamanlar yaşandı. Her halükarda, Arap istilaları sonrasında çoğu Yahudi topluluk kendini imparatorluk dışında buldu ve Bizans içinde kalan Yahudiler özellikle 10. yüzyıl sonrası itibarıyla göreceli bir barış ortamında yaşadılar.
Gürcü manastırları ilk defa 9. yüzyılın ikinci yarısı itibarıyla Konstantinopolis ve kuzeybatı Anadolu'daki Olimpos Dağı'nda görüldü. Bu süreçten sonra Gürcüler imparatorluk içerisinde gittikçe daha önemli roller almaya başladı.
Sanat ve edebiyat
Bugüne kalmış Bizans sanatı, genel olarak din temalıdır ve birkaç dönemsel istisna dışında fazlaca gelenekselleştirilmiştir. Fresk boyamaları, ahşap paneller üzerine tezhip ve özellikle erken dönemlerde mozaik ana sanat eserleridir. Bunun yanında küçük parçalardan ibaret oyulmuş fildişi heykelcikler dışında figüratif heykel sanatı oldukça nadirdir. El yazması boyamacılığı sayesinde büyük ölçekte pek gözlenmeyen eski klasik gerçekçi sanat geleneği, sonraki çağlara korunarak ulaşmış oldu. Bizans sanatı oldukça prestjiliydi ve Batı Avrupa'da aranan bir sanattı. Burada neredeyse çağın sonuna kadar Orta Çağ sanatını etkilemeyi sürdürdü. Özellikle İtalya'da, Bizans tarzları 12. yüzyıla kadar modifiye edilmiş biçimleriyle kalmaya devam etti ve sonraki İtalyan Rönesansı sanatına formel ilham kaynağı oluşturdu. Buna karşılık, dışarıdan gelen çok az sanat akımı Bizans stili üzerinde bir etki bırakabildi. Doğu Ortodoks Kilisesi'nin genişlemesiyle beraber, Bizans biçimleri ve tarzları Ortodoks dünyasına ve hatta daha da ötesine yayılmayı başardı. Özellikle dinî binalardaki Bizans mimarisi etkisi, Mısır ve Arabistan'dan Rusya ve Romanya gibi farklı coğrafyalara kadar görülmektedir.
Bizans edebiyatında dört farklı kültürel bileşen gözlemlenir: Yunan, Hristiyan, Roma ve Oryantal. Bizans edebiyatı sıklıkla beş grupta kategorilendirilir. Bunlardan üçünü tarihçiler ve analistler, ansiklopedi yazarları (Patrik Fotios, Mihail Psellos ve Mihail Khoniates Bizans'ın en büyük ansiklopedi yazarları olarak gösterilir) ve denemeciler ile din-dışı şairler doldururken geriye kalan iki grupta yeni edebi tarzlar yer alır: dinî-teolojik edebiyat ve popüler şiir. Buna ek olarak Bizans'ın tek epik destanı Digenis Akritis'tir.
Günümüze ulaşan iki ila üç bin ciltlik Bizans edebiyatı mirasından sadece üç yüz otuzu din-dışı şiir, tarih, bilim ve sahte-bilim üzerinedir. Her ne kadar din-dışı edebiyat 9 ila 12. yüzyıllar arasında gelişme gösterse de, Besteci Romanos'un en belirgin temsilcilerinden olduğu dinî edebiyat (vaazler, litürji kitapları ve şiiri, teoloji, ibadet tezleri, vb.) çok daha önce şekillenmişti.
Müzik
Yunanca metinler üzerine seremoni, festival veya kilise müziği amacıyla bestelenen dinî Bizans müzik formları en bilinen formlardır. Kilise ilahileri, müziğin en temel parçasını oluşturmaktaydı. Yunan ve yabancı tarihçiler, genel olarak Bizans müziğinin Antik Yunan ton sistemiyle yakından alakalı olduğu üzerinde hemfikirdir. Bizans müziği, bilinen müziğin en eski türü olmayı sürdürmektedir. Öyle ki performans usulleri, (5. yüzyıldan sonra yükselen doğruluk oranıyla) besteci isimleri ve hatta bazen müzik eseri hakkındaki açıklamalar bilinmektedir.
9. yüzyılda yaşayan Pers coğrafyacı İbn Hurdâzbih, müzik enstrümanlarının sözlüksel irdelemesinde, lire (lūrā) ek olarak urghun (org), shilyani (muhtemelen arp veya lirin bir başka formu) ve salandj (muhtemelen bir tür tulum) gibi aletleri Bizans'a ait tipik enstrümanlar olarak gösterir. Bunlardan ilki olan yaylı Bizans liri, daha sonraları lira da braccio adıyla Venedik'te göründü ve birçok kişi tarafından yine aynı şehirde gelişip farklılaşan kemanın atası olarak gösterilmektedir. Yaylı "lira", halen eskiden Bizans'a dahil olan topraklarda çalınmaktadır: Yunanistan'da Politiki lyra (Türkçe: "Şehir lirası" yani Konstantinopolis), Güney İtalya'da Calabria lirası ve Dalmaçya'da Lijerica olarak bilinmektedir. İkinci müzik aleti olan org, Helenistik dönemden kalmadır (bkz: Hydraulis) ve yarışlar sırasında Hipodrom'da çalınmıştır. "Büyük kurşun borular"ı olan bir org, imparator V. Konstantinos tarafından 757 yılında Frank kralı Kısa Pepin'e gönderildi. Pepin'in oğlu Şarlman da 812 yılında Aachen'deki şapeli için benzer bir org talep ederek Batı kilise müziğinin ilk tohumlarını atmış oldu. Sonuncu müzik aleti olan tulum dankiyo (Antik Yunanca'dan: angion (Τὸ ἀγγεῖον) "konteynır"), Roma döneminde dahi çalınmaktaydı. Dio Chrysostom'un 1. yüzyılda yazdığı yazılarında, dönemininde bir hükümdarın (muhtemelen Neron), kavalı (Yunan kamış kavalına benzeyen tibia) hem ağzıyla hem de koltukaltına yerleştirdiği bir kese yardımıyla çalabildiği geçmektedir. Tulum, imparatorluk zamanlarından günümüze aynı topraklarda çalınmaya devam etti. (Bkz: Balkanlar'da gayda, Yunanistan'da tsampuna, Pontus'ta tulum, Girit'te askomandura, Ermenistan'da parkapzuk ve Romanya'da cimpoi.)
Mutfak
Bizans kültürü, ilk dönemlerinde Greko-Romen'in son dönemleriyle aynıydı, ancak imparatorluğun var olduğu sonraki bin yıl boyunca yavaş yavaş günümüz Balkanlar ve Anadolusu'nun kültürüne benzer bir yola evrildi. Mutfak, Greko-Romen balık sosu çeşnisi garosa dayansa da, günümüz mutfağından aşina olunan tütsülenmiş et pastırma (Bizans Yunancasında "paston"), baklava (ya da o zamanki adıyla koptoplakus κοπτοπλακοῦς), tiropita (o zamanki adıyla plakuntas tetiromenus veya tiritas plakuntas),ve ünlü Orta Çağ tatlı şarapları (Komandarya ve bir halka ismini de veren Rumney şarabı) gibi birçok bileşene de sahipti. Çam reçinesi aromalı retsina şarabı da sıklıkla içilmekteydi ve günümüzde Yunanistan'da halen üretimi devam etmektedir. Cermen Kutsal Roma imparatoru I. Otto tarafından 968'de Konstantinopolis'e büyükelçi olarak gönderilen Kremonalı Liutprand, bu şarap için, günümüzde de şaraba aşina olmayan içicilerin tepkisine benzer biçimde, şunları söylemiştir: "Faciamız Yunan şarabına ekleme yapacak olursak, karasakız, reçine ve yakı gibi bizim içemediğimiz şeylerle karıştırılıyordu". Balık sosu çeşnisi garos da aynı şekilde aşina olmayan insanlar tarafından pek hoş karşılanmıyordu; Kremonalı Liutprand, kendisine "fazlasıyla kötü balık likörü"yle kaplanmış yemekler sunulduğunu belirtir. Bizanslılar bunun yanında çeşni olarak, mayalanmış arpadan üretilen murri adında soya sosuna benzer bir çeşni kullanıyorlardı ve bu sayade soya sosunda olduğu gibi yemeklerine umami tadı katıyorlardı.
Eğlence
Bizanslılar tavli (Bizans Yunancası: τάβλη) oyununu severek oynarlardı. Oyun, günümüzde Türkiye (tavla) ve Yunanistan (tavli) ve diğer birçok Bizans ardılı ülkede halen oynanmaktadır. Bizans asilleri, başta günümüzde polo olarak bilinen tzykanion olmak üzere, atçılığa meraklıydı. Oyun, erken dönemlerde Sasani İranı'ndan gelmişti ve II. Theodosius (taht: 408–450) tarafından bir Tzykanisterion (oyun için özel stadyum) Büyük Konstantinopolis Sarayı'nın içine inşa edilmişti. İmparator I. Basileios (taht: 867–886) bu sporda epey ustaydı; İmparator Aleksandros (taht: 912–913) oyunu oynarken çok yorulduğu için öldü, İmparator I. Aleksios (taht: 1081–1118) oyunu Tatikios ile oynarken yaralandı, I.İoannis (taht: 1235–1238) ise oyun sırasında aldığı ölümcül bir yara yüzünden öldü. Konstantinopolis ve Trabzon dışında, Sparta, Efes ve Atina gibi şehirlerde de tzykanisteria'ya rastlanması, gelişen kentsel aristokrasi hakkında bir ipucu verir.[230] Oyun, özellikle oyuna karşı bir ilgi geliştiren Batı yanlısı imparator I. Manuil zamanında haçlı seferleri yoluyla Batı'ya ulaştı.
Yönetim ve bürokrasi
Bizans devletinde imparator tek ve mutlak yöneticiydi ve gücünü ilahi kaynaklardan aldığı kabul ediliyordu. Senato gerçek bir politik ve yasa koyucu otoriteye sahip değildi fakat itibari unvanları olan onursal bir konsil şeklinde varlığını sürdürdü. 8. yüzyıl sonunda, başkentteki gücün saraya dönük birleştirilmesine odaklı bir kamu idaresi oluşturuldu (sakellarios makamının önem kazanması bu değişiklikle ilgilidir). En önemli idari reform, muhtemelen 7. yüzyıl ortalarında başlayan, thema sisteminin gelişiydi ve bu sistemde her bir bölümlenmenin askerî ve kamusal yönetimini strategos adı verilen kimseler üstleniyordu.
"Bizans" ve "Bizantinizm" terimlerinin alçaltıcı terimler olarak kullanılışına rağmen, Bizans bürokrasisiimparatorluğun kendi durumuna göre kendisini şekillendirebilen özel bir yeteneğe sahipti. Unvana ve kıdeme dayalı özenli sistem, saraya prestij ve etki bahşetti. Memurlar, imparatorun etrafında sıkı bir düzenle düzenlenmişti ve mevkileri için imparatorluk iradesine sıkıca bağlıydı. Bunun yanında gerçek idari meslekler de vardı ancak otorite memurlardan ziyade bireylere de devredilebiliyordu.
8 ve 9. yüzyılda kamu hizmeti, aristoktratik statüye en engelsiz yolu oluşturmuştu ancak 9. yüzyıldan sonra kamu aristokrasisi soyluluk aristokrasisi ile rekabete girdi. Bazı Bizans hükümet çalışmalarına göre, 11. yüzyıl siyaseti baskın olarak kamu ve askerî aristokrasi arasındaki rekabet üzerinden şekilleniyordu. Bu süreçte, I. Aleksios bazı önemli idari reformlar yaparak yeni saray makamları ile memurlarını tanıttı.
Diplomasi
Roma düştükten sonra imparatorluk için en büyük zorluklardan birisi kendi içinde ve kendi komşularıyla bir ilişki düzeni kurabilmekti. Bu milletler resmî politik kuruluşlar oluşturmaya giriştiklerinde, düzenlerini sıklıkla Konstantinopolis üzerinden kalıpladılar. Bizans diplomasisi kısa süre içinde komşularını uluslararası ve devletler-arası ilişkiler ağına çekmeyi başardı. Bu ağ, antlaşma yapımı etrafında şekillendi ve yeni hükümdarları krallar ailesine kabul etmeyi; Bizans toplumsal tutumlarını, değerlerini ve kuruluşlarını özümseyişi içeriyordu. Klasik yazarların savaş ve barış arasındaki etik ve yasal ayrımları verme eğilimlerine karşılık, Bizanslılar, diplomasiyi savaşın başka bir yolu olarak gördü. Örneğin, bir Bulgar tehdidi, Kiev Rusları'na para vererek bastırılabiliyordu.
Diplomasi, o dönemde saf politik işlevinin üstünde, istihbarat toplama işlevine ağırlık veriyordu. Konstantinopolis'teki Barbar Bürosu, protokol ve "barbarlar"a yönelik herhangi kayıtları toplama işleriyle ilgileniyordu ve belki de bu şekilde kendi başına basit bir istihbarat işlevi üstleniyordu. John B. Bury'ye göre, bu ofis Konstantinopolis'i ziyaret eden tüm yabancıları denetleme görevini yüklenmişti ve Logothetis tu dromu gözetimi altındaydı. Görünürde bir protokol ofisi olsa da – yani asıl görevi yabancı elçilerle yeterince ilgilenildiğini teminat altına almak, bakımları için yeterli devlet fonu bulunup bulunmadığını kontrol etmek ve resmî çevirmenleri bulundurmak – muhtemelen kendi çapında bir güvenlik vasfı da taşıyordu.
Bizanslılar birtakım diplomatik uygulamalarla kendilerine yarar sağladı. Örneğin, başkentteki büyükelçilikler yıllarca var olmaya devam ederdi. Diğer kraliyet müesseselerinden bir üyenin de rutin olarak Konstantinopolis'te kalması beklenirdi. Böylece sadece potansiyel bir rehine değil, siyaset ilişkileri üzerine bir piyon da kazanılmış oluyordu. Diğer bir önemli uygulama, ziyaretçileri şatafatlı teşhirlerle etkilemekti. Dimitri Obolenski'ye göre, Avrupa'da antik medeniyetin korunmasının nedeni, Bizans diplomasisinin yeteneği ve kaynaklılığıydı ki bu, Bizans'ın Avrupa tarihine çok uzun süren katkılarından birisi oldu.
Bayrak ve işaretler
Bizans İmparatorluğu, tarihinin çoğunda, Batı Avrupa'da bilinen şekliyle armacılığı bilmiyor ve kullanmıyordu. Haç veya labarum gibi motifler içeren çeşitli amblemler (Yunanca: σημεία, sēmeia; tekil σημείον, sēmeion) resmî durumlarda ve askerî amaçlarla, sancak veya zırhlar üzerinde kullanılırdı. Haç kullanımı, İsa, Meryem ve çeşitli azizlerin resimleri, memurların mühürlerinde kendine yer buldu fakat bunlar aile amblemlerinden ziyade kişiseldi.
- Çift başlı kartal
- Tetragramlı haç
Dil
İmparatorluk makamı, yönetim ve askerî yapılanmadan farklı olarak, Batı Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden önce dahi, doğu Roma eyaletleri ağırlıklı olarak Yunanca konuşuyordu ve Latince gelmeden yüzyıllar öncesinde de Yunancanın hakimiyeti devam ediyordu. Roma'nın doğuyu fethetmesinin ardından 'Pax Romana' adın verilen kaynaştırıcı siyasî uygulamalar ve kamu altyapısı, Yunancanın doğuda yayılıp kemikleşmesini kolaylaştırdı. Gerçekten de, Roma İmparatorluğu'nun erken dönemlerinde Yunanca zaten çoktan Kilise'nin, eğitimin ve sanatın dili olmuştu ve geniş çapta eyaletler arası, hatta milletler arası ticarette lingua franca konumuna erişmişti. Yunanca bir süre konuşma dili Koini Yunancası (sonraları Demotik Yunanca'ya evrildi) ve daha eski bir yazılı form, Diglossia halinde beraber varlığını sürdürdü ve sonunda Koini hem konuşma hem de yazılı biçimde bu ikililikten sıyrıldı ve genel geçer hal aldı.
Latincenin etkisi gittikçe erise de devlet dili olarak kullanımı devam etmiş, Theodosius'un hükümdarlığı döneminde Grekçenin kullanımı iyice artmış, 7. yüzyılda Herakleios'un devletin resmî dilini Grekçe yapmasıyla birlikte de Latincenin etkisi iyice azalmaya başlamıştır. Bilimsel olarak Latince hızla eğitimli kesim arasındaki popülerliğini kaybetti fakat imparatorluk kültüründe yer ettiği seremoni işlevini bir süre daha devam ettirdi. Ek olarak, özellikle Dalmaçya'da ve günümüz Romanya'sı çevresinde Halk Latincesi, imparatorluğun azınlık dili olarak konuşulmaya devam etti.
Çok uluslu yapıda olan imparatorlukta birçok farklı dil var oldu ve kimi zamanlarda bu dillere sınırlı resmî statü verildi. Kayda değer bir örnek olarak, Orta Çağ başında Süryanice uzak doğu eyaletlerde eğitimli kesim arasında çok yaygın bir dile dönüştü. Benzer şekilde Kıptîce, Ermenice ve Gürcüce kendi eyaletlerindeki eğitimli kesim arasında oldukça popüler kaldı. Bunun yanında daha sonraları Eski Kilise Slavcası, Orta Farsça ve Arapça, bu dili konuşan halklarla etkileşime girildikten sonra, bu dillerin imparatorluk ve onun etki alanı içerisinde belirli bir öneme kavuşmasına yol açtı.
Bunların dışında, Akdeniz'de ve ötesinde ana ticaret yollarının merkezinde yer alan Konstantinopolis'te, bir zamanlar Çince de dahil, bütün bilinen Orta Çağ dilleri konuşuluyordu. İmparatorluk son gerilemesine girdiğinde, ülke vatandaşları daha homojen bir hale geldi ve Yunanca bu halkın kimliği ve dinî hayatıyla iç içe geçmeye başladı.
Kalıt
Bizans sıklıkla mutlakiyetçilik, ortodoks ruhaniliği, oryantalizm ve ekzotizm terimleriyle özdeşleştirilegelmiştir ve "Bizans" ve "Bizantinizm" terimleri sıklıkla yıkım, karmaşık bürokrasi ve baskılama terimleri yerine deyişler olarak kullanılmıştır. Doğu Bloğu'ndan 1980'lerde ve 90'larda çıkan Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinde Bizans medeniyeti ve onun bıraktığı kalıt oldukça olumsuzdu zira Bizans'ın da "Doğu otoriterliği ve otokrasisi" ile ilintili olduğu iddia ediliyordu. Doğulu ve Batılı yazarlar sıklıkla Bizans'ı dinî, siyasî ve felsefî olarak Batı'ya zıt olarak konumlandırdı. 19. yüzyıl Yunanistanı'nda bile odak noktası her daim klasik tarihleri oldu ve Bizans sıklıkla olumsuz imaları çağrıştırdı.
Bizans'a dönük bu yaklaşımlar, Bizans kültürünün olumlu yanları ve kalıtına odaklanan modern çalışmalar yoluyla kısmî ya da tümcül olarak tartışıldı. Averil Cameron, Bizans'ın Orta Çağ Avrupası'nın kuruluşundaki yer ettiği rolü 'inkar edilemez' olarak gösterirken, Cameron ve Obolenski'ye göre Bizans'ın Ortodoks Hristiyanlığı'nı şekillendiren rolü, günümüz Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Rusya, Gürcistan, Sırbistan ve diğer ülkelerin tarihinden koparılamayacak kadar büyük önem arz etmektedir. Bizanslılar bunun yanında klasik el yazmalarını koruyup kopyaladılar ve klasik bilginin günümüze ulaşmasında başat rol oynadılar. Böylece modern Avrupa medeniyetine, Rönesans hümanizmine ve Slav Ortodoks kültürüne zemin oluşturdular.
Avrupa'da Orta Çağ boyunca uzun dönemde istikrarlı tek ülke olarak, Bizans, Batı Avrupa'yı Doğu'nun yeni beliren güçlerinden uzak tuttu. Sürekli saldırı altında kalarak, Batı'yı, Persler, Araplar, Selçuk Türkleri ve Osmanlılar'dan korudu. Başka bir bakış açısıyla, 7. yüzyıldan sonra Bizans'ın evrimi ve yeniden yapılanması, İslam'ın var oluş sürecine ve yayılışına doğrudan etki etti.
1453'te Osmanlılar'ın Konstantinopolis'i fethetmesinin ardından, Sultan II. Mehmed "Kaysar-i Rûm" (Osmanlı Türkçesi'nde Romalı Sezar'a eşdeğer) unvanını aldı zira Osmanlı, Doğu Roma İmparatorluğu'nun varisi olma arzusu taşıyordu. Cameron'a göre kendilerini Bizans'ın "varis"i olarak görerek ve bazı önemli Bizans geleneklerini sürdürerek, Osmanlılar, dolaylı yoldan Doğu Avrupa ülkelerinin post-komünist dönemde "Ortodoks yeniden canlanması" anlayışına yönelmesine neden oldu.
Yorumlar
Yorumları Göster Yorumları Gizle