Mustafa Kemal Atatürk - Ta'lim ve Terbiye-i Askeriyye Hakkında Nokta-i Nazarlar (1916)
Ta’lîm ve Terbiye-i Askeriyye Kaç Nokta-i Nazardan İcrâ’ Edilebilir?
Ve Her Birinin Gayesi ve Her Birine Atf Olunacak Ehemmiyyetin Derecesi?
İcrâ’ olunan bil-cümle ta’lîmlerden maksad-ı aslî, harbde istihsâl-i muvaffakıyyet için, efrâd ve zâbitânın hâiz olmaları lâzım gelen evsâf ve mezâyâyı onlara bahş etmekdir.
Binâen aleyh ta’lîm ve terbiye-i askeriyyenin hangi nokta-i nazarlardan icrâ’ edilmek lâzım geleceğini meydâna çıkarmak için harbde düstûr-ül-amel olan ta’lîm-nâme ve kanûn-nâmelerimize mürâcaât etmek kâfîdir.
(Piyâde Ta’lîm-nâmesi-2) diyor ki:
“Harb sıkı bir inzibâtın vücûdunu ve bütün kuvâ-yi mâddiyye ve ma’neviyyenin sarf ve isti’mâlini müstelzimdir.”
Bu mâdde tedkîk olunursa makasid-i harbiyyenin te’mîn-i istihsâli için iki şartın vücûbu sâbit olur.
- Efrâdı hakikî bir inzibâta alıştırmak,
- Neferi muhârebede bütün kuvâ-yi mâddiyye ve kuvâ-yi ma’neviyyesini sarf ve isti’mâl edecek sûretde yetişdirmek işte ta’lîm ve terbiye bu iki nokta-i nazardan icrâ’ edilmek lâzımdır!
İkinci nokta-i nazarın da iki mühimm ve esâslı kısma şâmil olduğu görülüyor:
- Kuvâ-yi mâddiyyenin hadd-i a’zamiye îsâli,
- Kuvâ-yi ma’neviyyenin hadd-i a’zamiye, derecât-ı âlîyeye îsâli.
Efrâdın zabt ü rabt ve inzibât-ı askerîye alışdırılmaları için icrâ’sına tevessül olunacak ta’lîmler; ta’lîm-nâmede usûle ve zâhire müteallik olmak üzere zikr olunan ta’lîmlerdir: Cüz’-i tâmların muayyen birtakım nizâmları ahz etmesi, bu nizâmların birinden dîgerine geçilmesi ve böyle yanaşık nizâmlarda bir ahenk ve intizâma riâyetle esliha isti’mâlinin icrâsı vesâire gibi.
Ancak (Ta’lîm-nâme-3) sini okursak:
Harbde yalnız sâdeliğin zâmin-i muvaffakıyyet olduğu ve bu sebebden kullanılacak nizâmların sâde ve basît olması ve fakat emniyyet-i kâmile husûlüne kadar ta’lîm edilmesi lâzım geleceğini anlarız ki bu kaideye riâyet etdiğimizde te’sîs-i inzibât için icrâ’ etdireceğimiz bu nev’ ta’lîmlerle müddet-i iştigalimizin mahdûd olması lüzûmuna kail oluruz; bu husûsda emniyyet-i kâmile husûlü hâlinde fazla iştigal bî-lüzûm kalır.
Hâl-bu-ki aynı mâddenin müteâkıb satırlarındaki:
“Kesginlik ve berâberliğin te’sîs ve te’yîd-i inzibât için ehemmiyyet-i fevk-al-âdesi olduğundan zâhire ve inzibâta müteallik olan harekâtda o sûretin de mükemmeliyyet-i tâmme ile taleb ve ta’lîmi lâzımedendir.” kaydı nazar-ı dikkate alınırsa mezkûr ta’lîmlere fevk-al-âde atf-ı ehemmiyyet ve ciddiyyet eylemek ve edvâr-ı ta’lîmiyyenin her birinde ve bütün müddet-i askeriyye hengâmında anların icrâsına devâm eylemek lüzûmu tezâhür eder.
Kesginlik ve berâberliğin vücûdunu istilzâm eden bu nev’ ta’lîmlere başlamadan evvel (Ta’lîmnâme-15) “İdmân ta’lîmleri vâsıtasıyla çeviklik, hâkimiyyet-i beden ve iyi bir duruş istihsâl edilmelidir.” diyor.
Buna nazaran inzibât nokta-i nazarından yapılacak ta’lîmlerin jimnastik ile münâsebet-dâr olduğu hakkında bir fikr hâsıl olur. Fakat bilinmelidir ki jimnastik; ta’lîm ve terbiye-i askeriyyede başlı başına bir ta’lîm değildir, belki dîger ta’lîmlerin mütemmimidir.
Vâkıa ba’zı ilm-i menâfi’-ül a’zâ mütehassısları, sporun ta’lîm ve terbiye-i askeriyyede bir vazîfesi olduğunu iddiâ’ ederler. Lakin yalnız yürüyüş ve endâhtların ispora müteallik olduğu kabûl edilebilirse de ta’lîm ve terbiye-i askeriyyedeki gayeye isporla vâsıl olunabileceği fikri, askerlerce şâyân-ı kabûl değildir.
Zabt ü rabtın ne dereceye kadar hâiz-i ehemmiyyet olduğunu târih bize pek kat’î bir sûretde irâe ve isbât edebilir. Ez-cümle (Rus-Japon) Muhârebesi, ondan daha ziyâde (İngiliz-Boer) Harbi nazar-ı tedkîkden geçirilirse görülür ki:
Boerler cesûr, mihen ü meşâkka mütehammil ve iyi nişâncı idiler. Fakat vakt-i hazarda sıkı bir ta’lîm ve terbiye sâyesinde, sıkı bir inzibât-ı askeriye mâlik olmamış bulunduklarından müdâfaâtda gösterdikleri azm ve metânet-i kat’iyyeyi taarruzda gösterememişlerdir. Çünki inzibâtdan mahrûm ve binâen aleyh sevk ve idâreleri müşkil idi. Kıtaât-ı cesîmenin inzibât-ı askerîsi tâli’-i harb üzerine pek mühimm te’sîr icrâ’ eder. Ve inzibât olmaz ise ordular sevk olunamaz.
70-71 Seferi’nde 600 bin, (Rus-Japon) seferinde 500:600 bin, Yunan Muhârebesi’nde 200 bin kişilik ordular tahrîk edildi. Bugün içinde bulunduğumuz muhârebâtda orduların kuvveti milyonlardan mürekkebdir. İtâat ve inzibâtın fıkdânı hâlinde böyle bir kitle-i muazzamanın sevk ve idâresi nasıl mümkin olabilir?
Demek oluyor ki harbde inzibâtın yerine cesâret vesâire kaim olamaz. Vakt-i hazarda güzel ta’lîm ve terbiye görmüş ve bu sâyede mükemmel zabt ü rabt ve inzibât-ı askeriye alışdırılmış olan bir kıt’a ne vakit olursa olsun bir hücûmu başa çıkarabilir.
Zabt ü rabt bil-hâssa ric’atlarda izhâr-ı ulviyyet eder. Çünki zabt ü rabtı mükemmel olan bir ordunun muhârebenin en buhrânlı devirlerinde, ric’atın en elîm safhalarında bile kuvve-i ma’neviyyesi tezelzülden masûn kalır. Lâkin inzibâtsız bir ordu ilk ric’atda tamâmıyla dağılır ve artık andan başka bir vazîfe-i askeriyye taleb etmek gayr-i mümkin olur.
70-71’de (Almanya-Fransa) Muhârebesi’nde Fransızların ilk ordularından sonra meydân-ı harbe sevk edilen ordularının insân sürüsünden başka bir şeye benzemedikleri için hezîmet hezîmeti ta’kîb etdi ve asker dağıldı.
Hakîkaten zabt ü rabt-ı askerisi münhall olan bir ordunun her ne vakit olursa olsun manzarası pek elîmdir.
İnzibât-ı askerinin istihsâli, ta’lîm-nâmede usûl ve zâhire müteallik ta’lîmlerin icrâsında iltizâm olunacak şiddet ve ciddiyyetle perverde edilebileceğini söylemişdik; fakat bundan, zabt ü rabtın yalnız yanaşık nizâmdaki ta’lîmlere münhasır olduğu zann olunmasın! Belki avcı hâlinde dahi zabt ü rabtın ta’lîm ve terbiyesi nazar-ı dikkate alınmalıdır.
Maa-mâ-fîh elimizdeki Seferiyye Nizâmnâmesi’nin (3)’üncü mâddesinde: “Fî-l-vâki’ nefer ta’lîm ve terbiye sâyesinde gerek yürümeyi ve gerekse silâhını iyice kullanmağı öğrendikden mâ- adâ kuvâ-yi zihniyye ve bedeniyyesini de tezyîd edebilirse de zabt ü rabt-ı askerinin istihsâli ancak uzun bir müddet sarf olunacak himmet ve gayretle mümkin olabilir.” satırlarını okuduğumuz zaman zabt ü rabtın uzun bir müddetde ve fakat her hâlde ta’lîm ile mümkin’ül istihsâl olduğu fikrine zâhib olabiliriz.
Fakat yine aynı mâddenin müteâkıb satırları bize sarâhaten bildiriyor ki icrâ’ olunan ta’lîmler vâsıtasıyla bir irtibât-ı zâhiri, bir zabt ü rabt istihsâli mümkinse de harbin tehlikeli zamânlarında ve me’mûl edilmeyen vukuât-ı fevk-al-âdenin zuhûrunda böyle sathî irtibâtlarla husûl bulduğu zann olunan inzibât-ı askerî pây-dâr olamaz.
Biz biliriz ki muhârebede tahsîl-i zafer ve galibiyyet için elzem olan husûsât (Ta’lim-nâme- 2)’e tasrîh edildiği vechle: “Bil-cümle zâbitân ve efrâd-ı askeriyyenin vatan, millet uğrunda şevkle fedâ’-yı cân etmeleri ve en küçücüğe kadar bilcümle rütbe ashâbının bi-z-zât a’mâl-i fikr ile iktizâ’- yı hâle göre tedâbîr ittihâzına alışmış olmaları ve neferâtın dahi ihrâz-ı zafer azm-i kat’isine mâlik ve mâ-fevklerin şehâdeti hâlinde bile bu azmi haleldâr etmemek evsâfını hâiz bulunmaları lâzımdır.”
Demek ki inzibâta riâyet-kâr olması matlûb olan askerin daha başka nokta-i nazarlardan ya’nî kuvâ-yi mâddiyye ve ma’neviyyenin âsâr-ı azîmesini istihsâle müsâid olacak bir sûretde yetişdirilmiş olması iktizâ’ eder.
Bunun için efrâdı (Ta’lîm-nâme-14)’de zikr edildiği gibi ayrı ayrı ve ihtimâmlı bir sûretde yetişdirmek ve (Seferiyye - 4)’de tavsiye olunduğu vechle hidemât-ı askeriyyenin her birinde dâimâ neferin münferiden ta’lîm ve terbiyesinden başlamak lâzımdır.
Bir kıt’a-i askeriyye ile iş görmek isterseniz o kıt’ayı teşkîl eden efrâdı birer birer hazırlayınız. Zîrâ her hâle karşı idâresi mümkin bir kıt’a-i askeriyye ancak ta’lîm ve terbiye-i münferide sâyesinde meydâna getirilebilir.
Neferin ta’lîm ve terbiyesinde yapılacak ameliyyât nazariyyâtıyla birlikde icrâ’ edilir ve efrâda ta’lîm ve tefhîm edilen mevâdda anların ma’lûmât ve zekâvetleri derecesi nazar-ı mütâlaaya alınırsa neferin tevsî’-i ma’lûmât etmesine doğrudan doğruya yardım edildiği gibi zâbitân için de taht-ı kumandalarında bulunan neferâtın etvâr ve iktidârını anlamak ve emniyyetlerini, i’timâdlarını kazanmak mümkin olur. İşte bu emniyyet ve i’timâd sâyesinde zabt ü rabt ve inzibât-ı askerî takviye ve tahkîm edilir.
Kumandanlık eden zâbitin tavır ve hareketi efrâdın tahsîl emniyyeti, itâati, inzibâtı ve bil-cümle ahvâl-i rûhiyye ve gayret-i mâddiyyesi üzerinde büyük bir te’sîri hâizdir.
Fakat bu te’sîrât-ı haseneyi vücûda getirebilmek için; insânlara kumanda eden, onları tahrîk eden, onları bedenen yetişdiren, besleyen, giydiren, iskân eden zâbitin, beşeri, ilm-ül-ebdân nokta-i nazarından tanıması lâzımdır.
Zâbit rûhları kalbleri terbiye ve tehzîb etmek ve âmâl ve hissiyâta nâfiz ve hâkim olmağla mükellef bulunduğu için; terbiye-i rûhiyye ve ictimâiyye ulemâsı, zâbitin beşerî, ilm-i ahvâl-i rûhiyye ve ictimâiyye nokta-i nazarından dahi tanımasını taleb eder. Çünki “terbiye-i bedeniyye-i askeriyye”, “terbiye-i hakikiyye-i askeriyye” demek değildir; ya’nî birincisiyle iktifâ’ olunamaz.
Asıl (terbiye-i hakikiyye-i askeriyye)’yi vücûdpezîr kılmak için; terbiye-i askeriyyede ilm-i ahvâl-i rûhun derece-i te’sîrât ve münâsebâtına bir zâbitin vukûf ve nüfûz hâsıl eylemesi îcâb eder.
Bir zâbit taht-ı terbiyetine verilen efrâdı ta’lîm-nâmenin usûle ve zâhire müteallik olan ta’lîmlerinde derece-i matlûbeye îsâl etsin ve hattâ esâslı bir sûretde terbiye-i bedeniyye tatbîkatı sâyesinde fennî, nazarî ve amelî tedrîsâta dahi geçerek askere san’atını öğretmiş bulunsun, acaba serî’ bir sûretde öğretilebilecek olan bu vezâif harbde kabil-i îfâ olacak mıdır? Acaba hakikaten asker, asker oldu mu?
Şübhe yok ki hayır! Çünki yalnız bu derece-i terbiyet, uzun ve meşakkatli bir yürüyüş esnâsında efrâdın yol boyunca dökülmesini, birçoklarının ta’lîl ederek seyyâr ve sâbit hasta-hânelere koşmasını, ashâb-ı rütbenin artık nezârete muktedir olmadıkları buhrânlı zamânlarda efrâdın çalılar arkasına gizlenerek geri kalmasını men’ edemez!
Bunların kâffesinden sarf-ı nazar kuvve-i mâddiyyenin imdâdına yetişecek onu idâme, ikâz-ı tezyîd edecek bir gayret-i mümtâze, bir kuvvet-i rûhiyyeye acaba lüzûm yok mudur?
Bu lüzûmu ihtimâl vakt-i sükûnetde dimağımızda tamâmıyla tecellî etdiremeyiz; çünki bu tecellî fikri ancak kanlı safhalarda, buhrânlı zamânlarda, hârik-ül-âde ahvâl ve şerâit içinde hâsıl olabilir.
Zirâ, vakt-i sükûnetde asker bilir ki yürüyüşden sonra kışlada ve-yâhûd ihzâr edilmiş bir ordu-gâhda istirâhat vardır; âmirlerinin himmeti hiçbir şeyin noksân olmamasına ma’tûfdur. Güzelce, iskân, iâşe, iksâ’ edileceğinden emîndir. Pek fenâ’ havalarda ta’lîm edilmez. Şedâid-i havâiyyeye göre efrâdın derece-i tahammülleri nazar-ı dikkate alınır. Hulâsa iktidârları hâricinde kendilerinden bir şey taleb edilmez. Fakat muhârebede büsbütün başkadır.
Orada lâ-yenkati’ ve gitdikce daha çok müşkilât içinde kuvvet sarf olunur. Güneş ne kadar yakıcı olursa olsun yağmur yâhûd kar yağsın, şiddetli fırtınalar kopsun, ne olursa olsun, asker yürümeye mecbûrdur. Böyle meşakkatli bir yürüyüşden sonra da ihtimâl pek fenâ’ bir sûretde konaklanır ve ihtimâl açıkda konulur. Erzâk ya gelir ya gelmez.
Hâl-bu-ki ertesi gün tekrâr yürünür. Çanta ezer, tüfenk ağır gelir, ayaklar şişer, bütün vücûd muztarib bir hâlde bulunur. Böyle olduğu hâlde yürümek, muhârebe etmek için aradığı düşmana mülâki olmak üzere lâ-yenkati’ kat’-ı mesâfe etmek lâzımdır.
Askerin canlı bir makine gibi bilâ tefekkür yürümesi dahi gayr-i kâfîdir. Çünki yürüyüş kolundan, küçük büyük birtakım cüz’-i tâmlar mezkûr kolun emniyyetini istihsâle me’mûr edilir.
Meselâ: Keşif kolları, pîş-dârlar, cânibdârlar... Bunlar hep dâimâ dikkatli bulunmağa köyleri, ormanları, arâzî dalgalarını araşdırmağa mecbûrdurlar. Bu cihetle bunlarda gözler açık, kulaklar kabarık, fikr uyanık olmak lâzımdır. Bir de bunlar için tehlike bi-t-tab’ asıl koldan daha yakındır; bu mehâlik-i me’mûlenin tevlîd etdiği helecâna bir de hiss-i mes’ûliyyet inzimâm eder ve bu sûretle bütün kabiliyyet-i teyakkuzunu isti’mâl ve kuvâ-yi bedeniyye ve rûhiyyesini sarf ederler ki yürüyüş yorgunluğu onlar için iki misli olur.
Yorulan bir yolcu, yolun kenârına oturabilir. Yâhûd gideceği yerde mükemmel bir istirâhata mâlik olacağını düşünerek gayretlenir. Hakikaten böyle bir ümîd-i istirâhat her nev’ yorgunluk için bir kuvvetdir. Lâkin asker için istirâhat mutlak değildir. Bil-akis düşmana takarrüb etdikce istirâhat kalkar, iâşe o kadar te’mîn edilemez, sıhhate o kadar bakılamaz, müessirât-ı mâddiyye o kadar nazar-ı dikkate alınamaz ve bu sebeble a’sâbın kuvveti azalır, cümle-i a’sâbiyye, beyin kuvve-i münebbiheden mahrûm kalır.
İşte kuvâ-yi mâddiyye mahv olunca, kuvâ-yi rûhiyyenin bunu tazmîn edecek bir derecede olması lâzımdır; uyuşukluk müstevlî olunca fikri, hâl-i fa’âliyyetde bulunduracak ancak o kuvvetdir. Yine o kuvvetdir ki ertesi günkü yürüyüşde veyâhûd muhârebede a’sâbı tahrîk eder.
Şerâit-i mâddiyyenin halel-dâr olduğu ânda, asker kuvâ-yi mâddiyye ve bi-l-hâssa kuvâ-yi ma’neviyyesinin hadd-i a’zamîye ircâına mecbûrdur. (Rus - Japon) Harbi’nde bu lüzûm ve mecbûriyyeti isbât edecek müteaddid misâller bulunabilir. Husûsuyla (Liyaoyang) ve (Mokden)’de hâsıl olan buhrânlı safhalar harb-i hâzırda kuvâ-yi ma’neviyyenin vücûbunu herkese tasdîk etdirmişdir.
Mokden Muharebesi’nin bir safhasına bakalım:
(Banya Poçe) ile (Kaotolnig) arasında uzun bir vâdî vardır. Mezkûr vâdinin tarafeyni yalçın kayalard(an) mürekkeb olduğu gibi Rus istihkâmâtıyla da mücehhez idi. Bu vâdiye gece gündüz Rus mermiyâtı dolu gibi yağıyordu.
Japonlar taarruzlarına devâm etmek istedikleri takdîrde bu vâdiden geçmeye mecbûr idiler. Ruslar tarafından mitralyöz ve tüfenk mermiyâtıyla dövülen ve mütemâdî şarapnel parçaları altında bulunan bu arâzî üzerinde Japon taburları tırmanarak ilerliyorlardı.
Efrâd arâzî yarıklarına sokuluyor. Taşların arasından sıyrılıyor, başlarının ilerisine toprak torbalarını sürüyorlardı ve-yâhûd kazma, kürekleri ile kendilerini ta’kîb edenlerin dahi istifâdesi için küçük sütreler yapıyorlardı.
Birçok günler ve birçok geceler Japon piyâdeleri orada, donmuş toprak üzerinde kalıyorlar. Yirmi dört sâat zarfında güç hâl ile birkaç metrelik mesâfe kazanabiliyorlardı.
Efrâd oldukları yerde yiyorlar, oldukları yerde uyuyorlardı. Peksimedleri olmayanlar tabîî aç kalıyorlardı. Lâkin orada sebât ediyorlar, ediyorlar, ediyorlardı. Onları elde etdikleri yerden zerre kadar kımıldatacak bir kuvvet mutasavver değildi.
Rusların da mâddeten kuvvetleri vardı, onu isbât etdiler. Hatta kuvâ-yi ma’neviyyeye yalnız cesâret ve istihkâr-ı mevt diyecek olursak Ruslarda o da vardı. Bu bâbda bir Japon mîr-alâyı diyor ki:
“Biz cesûruz, pek doğrudur. Lâkin cesâret işidilmemiş mehâlike hiç titremeksizin karşı durmakdan ibâret ise Ruslar bizden daha cesûrdur. Çünki bizim mevâzı’mıza yanaşık nizâmda hücûm ediyorlar; hattâ ayakda hiç gizlenmeye bakmamaksızın, ölümden ictinâb etmeksizin.
Biz, Japon zâbitânı, askerimizin bu sûretle düşman üzerine yürümesini taleb etmek istersek askeri itâat etdirmekde ihtimâl müşkilâta tesâdüf ederiz.
Bizim askerimiz, tesettürü o dereceye kadar i’tiyâd etmişlerdir ki gizlenmek için en küçük bir toprak yığınından, en küçük bir arâzî yarığından, en küçük bir sütreden istifâde etmek çârelerini beheme-hâl taharrî ederler. Evet, bu nokta-i nazardan Ruslar, bizden daha cesûrdur; bize hücûm etdikleri zaman zann olunur ki bu hareketleri mahzâ ölmek içindir.
Teşekkür olunur ki bizim cesâretimiz, fâideli bir cesâretdir. Onların ise fâidesi noksân bir cür’etdir!”
Hakikî ve fâideli cesâretin tamâme-i ma’nâsını îzâh edebilmek için bir Rus zâbitinin de bu husûsdaki mütâlaasını dinleyelim!
Rus zâbiti diyor ki:
“Askerimizin akıl ve ferâsetini nazar-ı dikkate almağa mecbûruz. Müdâfaada fevk-al-âde olan bu askerin taarruz hakkında hiçbir fikri yokdur.
Şahsî bir hareketin icrâsına pek az kabiliyyeti vardır. Düşman üzerine yürümek için bir hey’ete merbût olduğunu, sevk ve idâre olunduğunu, yanında, etrâfında, arkasında arkadaşları bulunduğunu ona hiss ettirmeye ihtiyâc vardır. Ancak bu sûretle kadere i’timâdıyla ale-l-ıtlak fikr itâatiyle, ittihâd hareketinde sevk-i tabîiyyeden ibâret olan hissiyle tereddüd etmeksizin ve fakat arkadaşlarıyla dirsek dirseğe düşmanın ölüme kadar yol açan mühlik âteşi altında ilerler. Lâkin hücûm anında onu başlı başına bırakırsanız, eğer düşmana takarrübden bir hayli zamân evvel onu arkadaşlarından geniş aralıklarla tefrîk ederseniz, eğer ona ‘arâzîden istifâde et, tırman, sıçra, her taşdan, her çalıdan bir sütre yap, hulâsa Japon askerinin fevk-al-âde bir sûretde yaptığı gibi, Fransızların yâhûd Almanların hareket edecekleri gibi hareket et’ derseniz, kendinde bu husûsda ne meyelân ne mahâret ne intikal fikri ve ne de bu işleri yapabilmek için elzem olan çeviklik bulunamayacakdır. Kendisini şaşkınlıkdan kurtaramayacak, tereddüd edecek, mütehayyir kalacak, anlayamayacak ve ihtimâl muvaffak da olamayacakdır.”
Bütün bu hakâyıkın askere belletilmesi, en son ta’lîm-nâmenin tatbîk-i ahkâmındaki muvaffakıyyetle olacakdır. Yoksa efkâr ve âmâlini isti’mâlden ve kendiliğinden ittihâz-ı tedâbir ve karârdan men’ edilen kimseler, sihr-bâzlıkla döner gibi mâhir, müteşebbis ve hakikaten zamân-ı hâzır taarruzunu icrâya muktedir bir muhâribe munkalib olamazlar.
Yalnız kuvâ-yi mâddiyyenin tezyîdi nokta-i nazarından yetişdirilmiş askerin Rus askeri gibi olacağına şübhe yokdur. Böyle anâsırdan mürekkeb olan bir ordu âsâr-ı kahramân-âne gösterebilir; fakat hiç şübhe yok ki mağlûb da olur.
“(Ta’lîm-nâme-257) Kuvâ-yi bedeniyyenin muhâfazası bir maksad-ı aslî değil belki icrâât-ı hârik-ül-âde için kuvvânın zinde bulunması zımnında bir çâre ve tedbîrdir.”
Zaman-ı hâzır a’sâr-ı sâlifeden büsbütün başkadır. Bugün galebe ilerlemekdedir.
Ordumuzun da şecâat-ı fıtriyye ve itâat-i dîniyyeleriyle istenilen yere sevk edilmek mümtâziyyetini hâiz olduğu cümlenin ma’lûmudur. Fakat bu da hâtırdan çıkarılmamalıdır ki ordumuzun şecâat-i fıtriyyesi ne dereceye kadar müsbet ise hâl-i hâzır harbinin ehemmiyyeti de ondan daha ziyâde bâriz ve kat’îdir.
Ordunun ta’lîm ve terbiye ile bir kumanda altında sevk ve idâre olunabilmekdeki kâbiliyyet derecesini yükseltmek kumanda ve zâbitân hey’etleri için nâmûs ve şeref mes’elesidir.
Buna muktediriz ve ancak biz muktedir olabiliriz. İktidârımızın âsârını göstermekde her fırsatdan istifâde etmeliyiz. Aksi takdîrde âciz ve miskîn bir sürüden başka bir şey’ olamadığımız hakkındaki zehâb-ı agyâra baş eğmek zilletini kabul eylemek lâzımdır.
Zâbitân ve efrâdımızın muhârebe meydânlarında gösterdikleri şehâmet her millet ve her ordu için gıbta-âverdir. Lâkin ölüm karşısında titremeden hasmına saldıran kahramânların bu harekâtının vatan için, millet için daha müsmir, daha parlak netâyicle tetvîcini ârzû ediyorsak her kumandan her zâbit ma’iyyetinin ta’lîm ve terbiyesiyle iştigal etmelidir. En büyük kumandanların târih-i askerîyi yaldızlayan muzafferiyetleri ta’lîm ve terbiyesine himmet edilmiş ordularla mümkin olmuşdur. Fi-l-hakika büyük kumandanlar, dâimâ, evvelâ ma’iyyetindeki ordunun ta’lîm ve terbiyesiyle meşgul olmuşlardır. İşte Napolyon işte Frederik!
Zâbitlerimizin, askerin ta’lîm ve terbiyesinde diğer milletlerin ordularında olduğundan ziyâde himmet ve gayret sarf etmeye mecbûr olduklarını takdîr ederim. Hakikaten askerin mütehallî olması lâzım gelen fazâil-i ma’neviyye ve mezâyâ-yı ahlâkiyyenin tamâmî-i tecelliyâtının yalnız silâh altında bulunduğu müddetce göreceği ta’lîm ve terbiye ile mümkin olub olmayacağı cây-i teemmüldür.
Herhâlde gayr-i kabil-i i’tirâz olan bir hakikat varsa o da:
(Hiss-i vatan-perveriyi asker anasının südüyle emmelidir!) Hükûmet de bunu, esâs programı fazâil-i askeriyyeyi ta’lîmden ibâret olan mektebde zekâ’ ve kendiliğinden hareket efkârıyla aşılamalıdır!
“Vatanın için ölmeye mecbûrsun; düşmandan yüz çevirmek yokdur!” fikri çocuğun dimâğında ilk eser-i zerrîni teşkîl etmelidir.
Ordu bütün kuvâ-yi akliyye ve cismâniyyesi (müdâfaa-yı vatan) hissiyâtıyla neşv ü nemâ bulmuş genclerden terekküb ederse ancak öyle bir orduda her kumandan, her zâbit, her asker memleketinin tevessü’ ve tekemmülü ve muzafferiyyâtı hissiyâtından başka bir hiss ve fikirle mütehassis olmaz!
Ne vâsi’ gayret lâzımdır o kimselere ki:
Milletin tekâmül-i akliyyesi ve derece-i terbiyeti nisbetinde evsâf-ı matlûbeyi hâiz asker yetişdirmekle mükellefdirler!
Ta’lîm-hâne meydânında, Veli Çavuş’un kumandasıyla hareket etdirilen efrâdına uzakdan bakmakla me’lûf olan zâbit bilmelidir ki ta’lîm ve terbiyenin bu kadarıyla kalmış insân bu zamânda asker değildir!
Ve yine o zâbit bilmelidir ki askere yalnız san’atını öğretmek kâfî değildir.
Daha ileri, pek çok ileri gitmek lâzımdır. Bir dimâğ yaratmak, bir rûh yetişdirmek iktizâ’ eder!
İşte bu sebebdendir ki askerliğin ne olduğunu bilenler, nefere ittihâd ve müşâreket ef’âli i’timâd; hürmet ve muhabbet-i mütekabileyi öğretmiş olmağla bile iktifâ’ olunamayacağını ve belki bunların iktisâbından sonra da yapılacak birçok şeylerin kaldığını takdîr ederler.
Herhâlde askerlik en büyük dehâlara sâha-yı inkişâf olabilecek hakâyıkı câmi’ ve uzun iştigalâtı mûcib mâhiyyeti hâizdir.
Mesleğimizi sevelim, san’atımızda çalışalım; ordu himmetimize muhtâcdır.
Yorumlar
Yorumları Göster Yorumları Gizle