Oyhan Hasan Bıldırki - Gün Çarığı Sıkınca
Gâvurköy düzlüklerinde karanlık kıpırdanıyor. Güneş, doğum sancıları içinde, kıvranıyor. Birçok yerde sabah, henüz başlamadı. Fakat yediden yetmişe, bütün Gâvurköylüler ayakta. Umudun kim bilir kaçıncı ilmeğinde, kaderlerini dokuyorlar. Fideler büyüdü, tarlalara döşendi. Susuz fakat bol güneşli tarlalarda boy attı, kırılacak hâle geldi. Artık tütüncüye, dur durak yok. Hiç durmaksızın süren bir çabanın, aile boyu dökülen terin karşılığı alınacak, kızlar gelin, delikanlılar damat olacak. Eve yeni eşyalar girecek, sırtlar da urbalarla süslenecek.
Akranlarının en güzeli olan Gülfidan da, bu sene çırak çıkacak, gelin gidecek. Babasıyla annesi, baş başa vermişler, kendi çektikleri eziyetlere kızları da katlanmasın diye, onu, bir şehirliye vermişler, bıldır yıl söz kesmişlerdi. Düğün, bu bozukta yapılacak, Gülfidan, şehre gelin gönderilecek, yazın güneşinden, kışın ayazından, tütünün acı ziftinden kurtulacaktı. Sondur diye, bu mevsim, tütüne olanca gücünü verdi. Fide yetiştirmedir, sulayıp gübrelemedir, dikimdir, çapadır derken, işte kırım zamanı gelmişti. Bu, aynı zamanda Gülfidan'ın düğününe az kaldığının işaretiydi. Az kalmıştı ya, dün akşam, istemeden kulak misafiri olarak dinlediği konuşmalar, nedense, Gülfidan'ın canını sıkmıştı.
Babası, anasına dert yanıyordu:
- Kenarda toplu beş kuruşumuz yok. Onca yıldır sadece karnımızı doyurabildik. Bir de düğün dernek işini sardık başımıza. Bakalım, altından nasıl kalkacağız?
- Bilmez miyim? dedi anası. Kazanç yok tütünde. Vasa, bir karın tokluğu var, bildiğin gibi. İnşâllah, hükümet merhamete gelir de, tütüncüyü kollar, kızı başgöz ederiz.
- İnşâllah! Ya bir terslik çıkarsa?
- Orasını, güzel Allah'ım bilir.
- Doğru. Lâkin: "Gün çarığı sıkmış, çarık da ayağı sıkmış." derler. Biz de, sözün gereğini işleriz. Düğünü erteleriz.
Gülfidan, gerisini dinlememişti. Yüreğinde yeni tutuşmuş yangınlar, çardaktan usulca inmiş, tarlanın alt başına gitmiş, ağlamış, ağlamıştı. Henüz tanıdığı şehirli delikanlıya ısınmasına rağmen, kendini gün doğmadan başlayan zorlu günlere adamıştı. Sabah ayazı, yüzünü yalayınca kendine gelir gibi oldu. Ağlamayı bıraktı. Yemenisinin ucuyla yaşlı gözlerini sildi. Yeni doğan güneşin pembe ışıklarıyla avundu. Çardağa döndü, uyuyanları uyardı. Bugün, ilk kırıma başlayacaklardı.
Uyandılar. Kolları sıvayıp, tarlanın yolunu tuttular.
Tarlalarda neş'e, kıyamet! Bütün köylü, kırıma yasılmış, keletirler doldu, dolacak. Gülfidan'ın ağabeyi, küçük kardeşi, anası, babası, bir de kendisi; kızıl öğle sıcağı bastırana kadar bıkıp usanmadan, az soluklanmadan çalıştılar. Çünkü tarlanın alt başına vardıklarında Gülfidan seslendi:
- Baba bak, çiçek başlamış! Tütünümüz şimdiden çiçeklenirse, yandık. Seneye ekmek yok demektir.
Tutulan beline, eliyle destek olan babası, çiçeği görünce, derinden bir "Oh!" çekti. Sonra, büyük oğluna döndü.
- İşte bak, Ahmet! dedi. Bu işler, Ziraat Mektebi'nde okumaya pek benzemez. Tütün, çocuk gibidir. Hep bakıma muhtaçtır. Büyüdükten sonra da kendine sahip çıkamaz. Haziran'da az soluklandık. Temmuz'un başında, işte kırıma başladık. Daha bunun dizimi, kurutması, tavlaması, denklemesi var. Kör olası çiçek, nasıl açmış?
- Bilmem!
- Zaten bildiğin ne ki?
- Hiiç!
- Hiç olduğunu bilirim de... Benimkisi gevezelik işte.
- Yalnız, astarı yüzünden pahalı gibime geliyor.
- Öyle görünüyor.
- Ağzından yel alsın!
- Neden?
- Gülfidan ne olacak?
Gülfidan, ipin ucunun yine kendisinde düğümlendiğini fark edince, okşar gibi davrandığı tütün çiçeğini parmaklarının arasında hışımla ezdi. Nemlenen, zifte bulanan parmaklarından iğrendi. Konuşmalara kulak kabartsa, ayıp olacak. Al al olup kızaran yüzünü, kafesinden çıkmak için çırpınan yüreğinin atışlarını gizlemek amacıyla, parmaklarını hızla oynattı, herkesten ileri geçti.
İsmail Ağa, bir zaman, "Gülfidan ne olacak?" sorusuna takıldı, kaldı. Ölçtü, biçti, içinden çıkamadı.
- Bilirsin! dedi. Her gecenin bir sabahı vardır. Hele hele, toprağa düşen tükrük, ağza alınmaz. Bir yola girmiştik. Zar da olsa, zor da olsa, Gülfidan'ı çırak çıkaracağız. Çıkaracağız ya, sonrası, bizim için zor olacak galiba.
Güneş yükseldi. Çardaklara çekildiler. Tütün zehirine kana kana, acıkan, homurdanan karınlarını doyurdular. Terleri kurumadan, dizim işine giriştiler. Kırımla, dizimle, çiçekle uzun bir yarışa tutuştular. Günleri birbirine eklediler.
Nihayet yarış bitti. Beklenen gün, geldi çattı. Denklenmiş tütünler, görücüye çıktı. Umuttur, düğün derneğe hazırlıktır derken, başta bakkal olmak üzere, bezaza, mobilyacıya, boncukçuya borçlanıldı. İmzalanan senetler tomar oldu. Üstesine, kör boğaz uğruna, ona buna da elden borçlanıldı.
Bu sene "baş fiyat" Gâvurköy'de açıklanacak. İktidarıyla, muhalefetiyle bölge milletvekilleri, bir iki, köye damladılar. Her tarafta bir şenlik! Kuzular kesildi, sofralar donatıldı, davullar meydan meydan dövülmeye başlandı. Ortalık, ana baba gününe döndü. Öğle üzeri son misafirler, aralarında Tekel Bakanı da olduğu hâlde, "Tütüncüler Kahvehanesi"ne indiler. Yeyip içtiler.
Yemek boyu, nedense Bakan Bey, sıkıntılı görünüyordu. Havayı sezenler, bu durumu, Bakan Bey'in toyluğuna, gençliğine, sıkılganlığına verdiler.
Akşam alacasıyla birlikte Bakan Bey, kürsüye çıktı. İktidar milletvekillerinin ve taraftarlarının alkışları arasında, beklenen konuşmasını yaptı. Konuşma uzadıkça, alkışlarda azalma görüldü. Bakan Bey'in ağzında, kelimeler yuvarlandı. Kem küm sonucu, baş fiyat açıklandı. Herkes, bozum oldu.
İsmail Ağa, oturduğu sandalyeye yasıldı kaldı. Gözlerinin önünde senetler uçuyor, rakamlar hızla dönüyor, balyalar eriyor, evdeki hesap çarşıdakini tutmuyordu. Başı döndü, midesi bulandı. Oturduğu yerden kalkmak istedi, başaramadı. Arkadaşları, konukomşu, koluna girdiler. İsmail Ağa'yı güç belâ evine sürüklediler. Bıraksalar, İsmail Ağa konuşacak, içindeki zehri kusacaktı. Niçin, neden, nasıl diyecekti, hesapladınız mı diye soracaktı. Olmadı. Hiçbirini diyemedi. Yüreğinde kabaran zehirle yataklara serildi. Yorgan döşek yattı. Eksperler, balyaları deşti. Kalite tespiti yapıldı. Alınan netice, İsmail Ağa'dan saklandı.
Gülfidan'ın göğsü daraldı. Beyninde bütün olumsuzluklar çiçek açtı: Kör olası çiçek, uçları düğümlü ipler, denklenmiş, görücüye çıkmış tütünler, baş fiyat, iktidar, muhalefet, eriyen balyalar, yasılıp kalan İsmail Ağa, eksperler, serilen yorganlar, döşekler... Üstesine üstlük, evin dolup dolup boşalması, gelenler gidenler. Artık her yeni şey, Gülfidan'a batıyor, yanaklarının alını silip yutuyordu. Gülfidan, erim erim eriyordu.
İsmail Ağa ağırlaştı, gittikçe kötüledi. Şehre haber salındı. Dünürcüler acabalı, ikircimli koşup geldiler. Hastanın başucunda yapılan yarım konuşmalar sonuçlandı.
Damat olacak Fikret'in dayısı:
- Allah'tan ümit kesilmez, dedi. Her şey olacağına varır. Elbette olacakla, öleceğin önüne geçemeyiz. Lâkin biz, söz verilen zamanda derneğin kurulmasını, düğün davullarının dövülmesini isteriz. Buna gücün var mı? Ne dersin İsmail Ağa?
Yorgan döşek yatan İsmail Ağa, doğrulmak istedi.
- Kendini zorlama Ağa'm! dediler.
- Sen keyfine bak!
- Aman, yardım edin!
Beriki, sinirli sinirli söylendi:
- Rahat bırakın beni! Bilirsiniz, acı patlıcanı kırağı çalmaz. Biz ne vartalar atlattık. Bizimki kocalık, ihtiyarlık. Elbette düğün dernek, zamanında yapılacak. "Gücün var mı?" deyişine içerledim, Hüseyin. Söyler misin, biz kaçın kurasıyız?
- Ağam, bizimkisi sözün gelişi... Durumu öğrenmek, merakımızı yenmek istedik. Hep biliriz; "Kız evi, naz evi!" derler. Hani sizden alacağımız cevap, dobra olmalı. Biz de hazırlıklarımızı ona göre yapmalıyız.
Gülfidan'ın anası atıldı:
- Elbette hazırlıklarınızı yapınız. Fakat boylu boyunca uzanmış yatan hastamızı, ağamızı, evimizin direğini, düğün dernek olacak diye, orta yerde mi bırakalım? Hem biliyorsunuz, bu sene tütünden bir kazancımız yok. Hükümetin merhametine sığındık. Nedense umduğumuzu bulamadık. Şükür, yalnız karnımız doydu, sırtımız çıplak kalmadı. Şükür Allah'ımıza, çerçeyizimiz var. Üstü, size ve zamana kalmış Hüseyin.
Hüseyin;
- Gereken ne ise, zamanında yapılacaktır, deyip kestirip attı.
Dünürcüler şehre döndüler.
Gülfidan, karmakarışık duygular içinde. Acaba elinin kınası zamanında yakılacak, kendisi Fikret'e varacak, köyüne ziyaret için döndüğünde, şehirli gelin diye anılacak mıydı? Akranları arasında onun düğünü de, dillerde çerez olup, söylene eklene, şekilden şekle sokularak destanlaşacak mıydı? Onun da boy boy, kızlı erkekli çocukları olacak mıydı?
Bütün bu duygular, Gülfidan'ı hem korkutuyor, hem sevince boğuyordu. Gülfidan nasıl, neden korkmasın? Ya ihtiyar, kocamış babası ölüverirse? O zaman, Gülfidan'ın dünyası kararmaz mı? Tütüne zamansız düşen çiçeklerin doğurduğu uğursuzluk, bütün ömrü boyunca sürüp gitmez miydi? Gülfidan, böyle bir durumdan çekiniyor, korkuyor, buna katlanamayacağını düşünüyor. Geceler boyu, uyur uyanık, Yaradan'a sığınıyor, yalvarıyor:
- Allah'ım! Ne olur, bana acı, bahtımı kara çıkarma!
İsmail Ağa iyileşir gibi oldu. Hatta son bir iki gündür çarşıya, kahveye başkasının yardımına ihtiyaç duymadan çıkmaya başladı. Çarşıya veya kahveye çıkmasının tek sebebi, biraz olsun evden uzaklaşmak, Gülfidan'la ilgili endişelerini unutmaktı. Çünkü, bu konuyu salim kafa ile İsmail Ağa, ne zaman düşünürse düşünsün, evdeki hesabın çarşıdakine uymadığını apaçık olarak görüyordu. Bunca yıldır, ilk defa, verdiği sözü yerine getiremeyeceğinin ıstırabını, kimseye hissettirmeden, bir başına yaşıyordu. Bu, neresinden bakarsanız bakınız, İsmail Ağa için yıkım demekti. Bu yüzden üzülüyor, sıkıntılarını içine atıyordu. Belki üzüntülerini, sıkıntılarını, bütün bunların sebebi olarak gördüğü biricik kızı Gülfidan'la bölüşmek istemiş olacak;
- Gülfidan, dedi, hanidir bağa bahçeye çıktığımız yok. Anan, komşuya geçmişti. Ona, seslen kızım. Biz, babamla birlikte tarlaya gidiyoruz, de. Ananın gelmesine lüzum yok. Gönlüm, tarlaları gezmek istiyor. Haydi, anana seslen kızım.
- Olur baba.
Yaz sonu, kuşluk güneşinin henüz yeni yeni yakmaya başlayan ışığı altında, yola çıktılar. Masmavi gökte, sarı bir nokta gibi duran güneşe, çıplak gözle bakmak mümkün değil. Arada bir evden kahveye çıkan İsmail Ağa, gözleriyle sarı noktayı taradı. Sarı nokta, İsmail Ağa'nın gözlerini kamaştırdı, kaşlarını ağırlaştırdı. Gülfidan, koluna taktığı sepeti düzeltti. Zira sepetin içine koyduğu yemek tenceresi, eğilen sepetle birlikte, onun girdiği durumu alacak, yemek yağının dökülmesi kolaylaşacaktı.
Etrafı zincanlarla çevrili, bol topraklı, kızgın kumlu yolu geçtiler. Tarlaya vardılar. Yarıntı'ya doğru uzayıp giden tarlanın sağında, bir baştan diğer uca kadar sıralanan karaağaçlarla, solundaki söğütler, rüzgâra uymuşlar, öne arkaya, sağa sola eğilip duruyorlar. Arada bir kuvvetlenen rüzgâr, dal uçlarındaki yapraklarla hoyratça oynuyor, bazılarını önüne katıp, sürükleyip götürüyordu. Elindeki sepeti, ilk karaağacın çotağına yerleştiriveren Gülfidan, Yarıntı'ya doğru giden babasına yetişti.
İsmail Ağa, ayak seslerine döndü:
- Gülfidan'ım, dedi, hâlimizi biliyorsun. Bu sene iki türlü kötülük geldi, yakamıza yapıştı. Peşimizi bırakacağı da yok. Bu hastalık beni tüketti. Yedi, bitirdi. Sakın bu sözlerimden paniğe kapılıp umutsuzluğa düşme. Bunları sana, çocuklarımın en anlayışlısı olduğun için anlatıyorum. Hayat, çok gaddar, yavrum. Onun insana yüklediği yükü, ne sen, ne ben, yalnız başımıza çekeriz. İşin özü, zorlukları paylaşmak için, dertleşmeliyiz. Seninkiler, bizi iyi sıkıştırdılar. İlle de düğün dernek diyorlar. İlle de hemen diyorlar. Ya İsmail Ağa, elinde avucunda ne var, ne yok? Sen, bu işe katlanabilecek misin? demiyorlar.
Gülfidan, hemen her şeyi anlamıştı. Babasının sözünü kesti.
- Babacığım, dedi, ne olursa olsun, bana güven. Ben, sizin çizdiğiniz çizgiden bir adım bile çıkmam. Kaçsam, alıp başımı gitsem, şehirde yol, iz bilmem. Kaçırmaya gelseler, öldür Allah, onlara uymam.
- Biliyorum kızım. Bu yüzden de sana güvenim sonsuzdur. Lâkin...
- Ne?
- Hani, köylü bu işe ne der?
- Ne derse, desin! Umur etmeyiz. Sonra, elin ağzı torba değil ki, isteyince büzelim.
Gökyüzündeki sarı lekenin feri, azaldı. Apansızın ortaya çıkıveren sonbaharın ilk bulutları, salkım saçakken, açıldılar, sağa sola gittiler, birleşip tekleştiler. Sarı leke kayboldu. Ortalık karardı.
Kararmanın arkası, yağmur demekti. Nitekim az sonra, inceden inceye bir yağmurdur başladı. Bu yağmur, uzun süre altında kalınmazsa, insanı ıslatmazdı.
Gülfidan:
- Baba, dedi, koca gediğin yanına, büyük söğüdün altına gidelim. Bilirsin orası, kuvvetli yağmurlarda bile çok kere bize sığınak oldu. Hem yorulmuşsundur, az dinleniriz. Getirdiğim azığı da yeriz. Ne dersin?
- Sen bilirsin.
- Haydi öyleyse.
Öyle yaptılar. Koca gediğin yanına gittiler. Yemekler yendi. Rüzgâr, hafif yağmur bulutlarını kattı önüne, aldı götürdü. Hava açtı. Toprak, mis gibi koktu.
İsmail Ağa, yeniden tasarladı, ölçüp biçti. Kendisine kalırsa, bu sene, bir karışlık toprağına bile tütün dikmeyecekti. Her şeyi ile insan sağlığına zarar olan bu meretten, şimdiye kadar kazandıkları neydi ki? Elde ne vardı? Hiç!
Yağmur dinince, köye, eve döndüler. Dönüşte İsmail Ağa, ayaklarını yere daha sağlamca basıyor, adımlarını daha güvenle atıyordu. Yüreğini kızına açmış olmanın verdiği rahatlığı yaşıyor, bütün organlarının az da olsa, hafiflediğini görüyordu. Gülfidan, öyle mi ya? O, babasının aksine, sıkılan, daralan, gittikçe ağırlaşan bir yüreğin sahibi olup çıkmıştı. Yer yer, yol kenarlarını süsleyen, doğruldukları yerden korka korka başveren sonbahar çiçeklerine aldırmıyordu. Yağmurla ıslanan toprak, ayaklarına yapışıyor. Her ikisi de, ikide bir, ayaklarını kuvvetlice yere vurarak, pabuçlarındaki tozu, toprağı atmaya çalışıyorlardı.
- Sen meraklanıp, kendini boş yere üzme baba. Düğün, bir yıl geri kalsa, ne çıkar?
- Fakat bunu onlara nasıl anlatmalı? Nasıl bir mazeret uydurmalı ki, geri kalsın? Biliyorsun biz, son sözümüzü söylemiştik. Dünürler de hazırlıklarını buna göre yaptılar. Hoş, altındır, bileziktir, küpedir, bunlar henüz ortalıkta gözükmüyor.
- Bozmaktan kaçınıyorlarmış.
- Anan mı dedi?
- Kim derse desin. Bundan güzel mazeret bulunur mu?
Baba kız, buldukları son çareye sımsıkı sarıldılar. Biraz olsun ferahlamıştılar. Eve varınca, konuyu Gülfidan'ın anasına açacaklar, onun aracılığıyla konu komşuya danışacaklar, bir bakıma olayı onlara da duyuracaklardı.
Sonunda haber, dünürcülere de ulaştırıldı. Onlar pür telâş, İsmail Ağa'ya geldiler. Havadan sudan, dereden tepeden, hiç oralı değilmiş gibi konuştular, sözü düğüne getirdiler.
İsmail Ağa:
- Konuyu, dedi, daima siz, sıcak tutuyorsunuz. Düğün tarihi üzerinde kaç defa durduk, söz kestik. Lâkin bir türlü sizdeki endişeyi gideremedik. İşte, bozuk da geldi çattı. Hâlâ düğün tarihi üzerinde duruyoruz. Bir bakıma biz, dediklerimizi bir bir yerine getirdik. Fakat siz, hâlâ da altınları bozdurup, getiremediniz. Kızım, işte burada. Söz, onun sözüdür: Altınsız, takısız, şuradan şuraya, bir adım atmam, diyor. Varın, kendisiyle görüşün.
Dünürcülerden Hüseyin:
- Takıları elbette alacağız İsmail Ağa, dedi. Ama, düğün gününü kesin olarak bağlamalıyız.
- Bu, mümkün değil Hüseyin.
- Niçin?
- Az önce söyledim. Takılar ve diğer eksikler tamamlanmadan, şu eşikten içeri girmeden, Gülfidan tarafından görülmeden, düğün gününü belirlemişiz, ne fayda?
- İsmail Ağa! Kıza bu kadar yüz verme. Ağız tadıyla bu iş bitsin.
- Bitmesine bitsin. Fakat, dediğimiz yere bir türlü gelmiyorsunuz. Önden söyledim, şimdi de söylüyorum. Oğlunuzla geçinecek olan ben değilim. Bu yüzden Gülfidan'la konuşun. Onun isteklerine, diyeceklerine kulak verin. Biz, nasıl olsa anlaşır gideriz.
Dünürcülerden Hüseyin'in hatırlatmasıyla, Gülfidan'ı çağırdılar. Gülfidan, ne yaptılar, ne ettilerse de, takı konusunda diretti.
- Eliniz dardaysa, çeyiz pazarında işiniz neydi? dedi. Bozuk bozuk deyip duruyorsunuz. Allah'ın bozuklarına kıran mı girdi? Düğün bu bozukta olmazsa, bir başka bozukta elbette olur.
- Hangi bozukta?
- Kısmet.
Araya giren olmadığından mıdır, nedir, beklenen anlaşma olmadı. Dünürcüler ters yüz, asık suratlarıyla geriye döndüler. İsmail Ağa buruk, üzgün. Gönlünde endişelerin bin bir yumağı. İçinde bir his var. Sanki Gülfidan'ın düğününü asla görmeyecek! Beklenen, bolluk dolu bozuk, bir türlü çıkıp gelmeyecek. Gülfidan toy, acemi. Diretmese, o kadar üstelemese, babası bu defa razı olacak, düğün gününü mutlaka verecekti. Bu iş uzamayacak, mutluluğa giden yolun başında hem Gülfidan, hem Fikret, yeni umutlara doğru yol alacaklardı.
Kısmet değilmiş.
Arası geçmedi. Yağmurlu bir gecenin sonunda İsmail Ağa öldü. İki kadın, bir çocuk, köylülerin de yardımıyla, cenazeyi kaldırdılar. İsmail Ağa'nın ne kadar da çok seveni varmış? Cümle alem, bütün köylü, törene katıldı. Fakat Ahmet, çok yakında olmasına rağmen, çıkıp, çekip gelmedi. Kardeşleriyle anasını, bir başlarına, yapayalnız bıraktı. Sonra sonra, köye haberi geldi. Şehirden, yüksek sosyeteden zengince birinin kızıyla evlenmiş. Karısı istemediği için, doğduğu yeri, yurdu unutmuş.
Yıllar, yılları kovaladı. Beklenen, bolluk dolu bozuk, bir türlü görünmedi. Babasının sağlığında, kim bilir, belki de ona güvendiğinden olacak, herkese kafa tutan Gülfidan, evde kaldı gitti. Yalnız evde kalsa, ne iyi. Ne zaman sokağa çıksa, konu komşuyu ziyarete hazırlansa, iki omzunda iki çocuk. Bu çocuklar da kimin, diyeceksiniz. Kimin olacak? Süleyman'ın.
Gülfidan'ın saçlarında aklar, ellerinde kınalar!
Gülfidan'ın yüreğinde kımıl kımıl duygular: Nasıl olsa, bir gün gelecek, şu garip omuzlarında kendi çocuklarını da taşıyacak!
Kınalı Gülfidan! Nazlı Gülfidan!
Yüreği bin bir okla yaralı, Gülfidan!
Herkes yolunda gitti. Olan sana mı oldu?
Omzundakiler yetmiyor gibi, peşindeki bu çocuklar da ne?
Bak, nasıl da uzun dilliler?
- Gülfidan abla, kız Gülfidan abla! Bize söyler misin, düğün ne zaman?
- Bozukta!
- Hangi bozukta?
Yorumlar
Yorumları Göster Yorumları Gizle