Reşat Nuri Güntekin - Çalıkuşu/Birinci Kısım (Bölüm 7)
Yaz tatillerini Besime teyzenin Kozyatağı'ndaki köşkünde geçirirdim.
Buradaki çocuklardan bana hayır yoktu. Besime teyzenin kızı Necmiye, annesinin dizi dibinden ayrılmayan, sessiz ve biraz da hastalıklı bir çocuktu. Kâmran ağabeyinin hemen hemen bir eşi idi.
Bereket versin etrafta muhacir çocukları vardı. Onları bahçeye toplayarak başlarına geçer, akşama kadar âdeta kudururdum.
Bir aralık zavallı arkadaşlarım istiskale uğramışlar, köşkün bahçıvanı tarafından kapı dışarı edilmişlerdi.
Fakat onlar, küçük gönüllü çocuklardı. Gördükleri hakarete aldırmayarak beni köşkten kaçırmaya gelirlerdi. Saatlerce kırlarda serserilik eder, bahçenin çitleri üzerinden aşarak yemiş çalardık.
Geceye doğru güneşten yüzümün derisi pul pul olmuş, yaralı ellerimle eteklerimin yırtıklarını kapatmaya çalışarak içeri girince, teyzem saçını başını yolar, bir kucak parlak tüy yığını altında ara sıra pembe altını açarak esneyen ve o haliyle alık ve tembel Van kedilerine benzeyen Necmiye'yi bana misal gösterirdi. Usluluğu, okumuşluğu, nazikliği, terbiyei ve daha bilmem neleri ikide birde başıma kakılanlardan biri de Kâmran'dı.
Necmiye neyse ne... İşin nihayetinde o, annesinin dizi dibinde büyümüş yumuşacık, sıcacık bir külkedisiydi. Zaten kız kısmının da böyle olması lâzım geldiğini içimde tasdik etmez değildim.
Fakat o yirmi yaşına yaklaşan ve sivri uçlu incecik dudakları üstünde incecik bıyıkları çıkmaya başlayan koskocaman Kâmran'a ne oluyordu? Kız ayağı gibi küçük ayaklarında beyaz pordösüet iskarpinleri, ipek çorapları, yürürken ince bir dal gibi sallanıyor zannedilen narin vücudu, sadakor gömleğinin açık yakasından çıkan uzun beyaz boynu ile erkekten ziyade kıza benzeyen bu çocuğa son derece içerlerdim.
Erkek akrabalar ve konu komşu tarafından ikide birde ballanıdırılan meziyetleri fena hâlde kanıma dokunuyordu.
Kaç defa koşarken ayağım kaymış gibi yaparak üstüne düştüğümü, kitaplarını yırttığımı, sudan bahanelerle kavga çıkarmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Fakat Allah'ın kulu bir gün bir parça canlan, kız, aksi bir şey söyle de kedi gibi boynuna atılarak seni tozun, toprağın içine yuvarlayayım; saçlarını çekeyim; yılan gözlerine benzeyen yeşil gözlerini parmaklarımla tehdit edeyim.
Ayağına taş atarak onu kıvrandırdığım eski günü hıncımdan, zevkimden titreyerek hatırlardım. Fakat o, kendini ermiş, yetişmiş bir insan sayarak bana tepeden bakar, gözlerinde hain bir gülümsemeyle, "Ne zamana kadar bu çocukluk Feride?" derdi.
- Peki ama sende de ne zamana kadar bu pısırıklık, bu görücüye çıkan eski zaman kızı naz ve edaları?!...
Bu sözleri ne de olsa söyleyemem tabii... Yaş maşallah on üç, on dört... Bu yaşta bir kız yaptığı bir kabalığı bu kadar nezaketle karşılayan bir delikanlıya daha fazla sataşamaz. Dudaklarımdan gayriihtiyari münasebetsiz bir şeyler kaçmasından korkuyormuşum gibi elimi ağzıma kaparım, ona ferah ferah küfretmek için bahçenin yalnız köşelerine kaçarım.
Yağmurlu bir gündü. Kâmran köşkün alt katında akrabadan birkaç kadınla tuvalet[1] konuşuyordu. Kadınlar yaptıracakları kış elbiselerinin rengi hakkında ondan fikir alıyorlardı.
Ben bir köşede dilimi çıkarmış, gözlerimi şaşılatmış, bütün dikkatimle yırtık bir bluz kolunu yamamakla meşguldüm. Kendimi tutamadım; kahkahalarla gülmeye başladım.
Kuzenim:
- Ne gülüyorsun? diye sordu.
- Hiç... Dedim, aklıma bir şey geldi...
- Ne geldi?
- Söylemem...
- Haydi nazlanma... Zaten senin ağzında bakla ıslanmaz... Sonunda nasıl olsa söyleyeceksin...
- Darılma o hâlde... Sen hanımlarla tuvalet konuşurken düşündüm ki, Allah seni yanlış yaratmış... Kız olacakmışsın... Ama şimdiki yaşta değil... Şöyle on üç, on dört yaşlarında...
- Peki sonra...
- Deminden beri bir karış yeri dikinceye kadar parmağımı delik deşik etmiş olmama göre ben de yirmi, yirmi iki yaşlarında bir erkek...
- Ey sonra?...
- Sonrası ne olacak, Allah'ın emriyle, Peygamber'in kavliyle seni kendime alırdım, olur biterdi.
Odada bir kahkahadır koptu. Başımı kaldırdım ve bütün gözlerin bana baktığını gördüm.
Misafirlerden biri bir münasebetsizlik etti:
- Peki ama bu şimdi de mümkün Feride, dedi.
Alıklaştım. Gözlerimi iri iri açarak:
- Nasıl? dedim.
- Nasıl olacak... Kâmran'a varırsın... O senin tuvaletlerinle uğraşır, söküklerini diker... Sen de sokak işlerine bakarsın...
Öfkeyle yerimden kalktım. Fakat bu kızgınlığım daha ziyade kendime idi. Lakırdıya çanak tutmuştum. Ben saçma söylemekte bu kadar ilerlemiş değildim ama anlaşılan elimdeki hain sökük bütün dikkatimi almıştı.
Maamafih, "hem suçlu, hem güçlü" kavlince yine taarruza geçtim:
- Mümkün ama Kâmran Bey için zararlı olur sanırım, dedim. Çünkü Allah esirgesin evde kavga çıkarsa kuzenimin hali ne olur? Vaktiyle nazik ayaklarına yedikleri taşı unutmamışlardır sanırım...
Gülüşmeler arasında garip bir ciddiyetle odama çıkıyordum. Mamafih kapıdan tekrar döndüm:
- Ayıp ettik, dedim, on dördüne gelmiş bir kız için pek ayıp oldu ama, kusura bakmazsınız artık...
Topuklarımla merdiven tahtalarına vurarak, kapılara çarparak odama çıktım. Kendimi top gibi karyolanın üstüne attım. Aşağıda kahkahalar devam ediyordu. Kim bilir, belki de benimle eğleniyorlardı. Alacakları olsun.
Şu Kâmran'la evlenmek galiba iyi bir şey olacaktı. Çünkü yaşlarımız gittikçe büyüyor, onunla kavga çıkarmak fırsatı gün günden uzaklaşıyordu. Bir kerecik olsun saç saça, baş başa dövüşerek hıncımı çıkarmak için evlenmemizden başka çare kalmıyor gibiydi.
Notlar
- ↑ giyim kuşam
Yorumlar
Yorumları Göster Yorumları Gizle